İnsanlar ateş hayatlarına girdikten sonra, onu kontrol ederek pek çok şekilde yararlanmaya başladılar. Ateş özellikle ışık kaynağı olarak yaşamı oldukça kolaylaştırıyordu. Zaman geçtikçe daha iyi ve daha parlak ışık kaynakları elde edebilmenin yollarını aradılar. MÖ 500 tarihlerinde Çinliler volkanlarda oluşan doğal gazı bambu borularla taşıyarak sokaklarını aydınlattılar. Romalıların da yağ fenerleriyle aydınlatma sağladıkları bilinir.
Fotoğraf için Yapay Işığın Tarihi
Işığın olmadığı bir ortamda fotoğraf çekmekten söz edilemeyeceğini düşündüğümüzde, fotoğrafın ilk zamanlarında fotoğrafı oluşturmak için kullanılabilecek tek ışık kaynağının doğal gün ışığı olduğunu söyleyebiliriz.
Elbette fotoğrafçılar doğal ışığın sanatsal bir araç olduğunu hemen fark ettiler ve daha iyi anlayabilmek için keşfetmeye başladılar. Farklı hava koşullarının ve günün farklı zamanlarının görüntünün ruh halini ve dokusunu nasıl etkilediğini gözlemlediler.
Çekim esnasında mümkün olduğunca fazla gün ışığını çerçeveye almak amaçlandığı için pozlama süreleri epey uzundu. Gece fotoğraf çekmek neredeyse imkansızdı. Fotoğrafçılar güzel bir fotoğraf çekebilmek için sadece hava durumunun iyi olmasını beklemek zorundaydı. Eğer fotoğraf çekimi kapalı bir alandaysa fotoğrafı çekilecek olan insanlara sade bir fon önünde poz verdirilir, ayna gibi yansıtıcılarla dışarıdan gelen gün ışığını artırmaya çalışırlardı.
Fotoğraf çekebilmek için sadece gün ışığına bağlı olmanın getirdiği zorluklar, ortamdaki ışığın yeterliliğini anlamaya dair yöntemler geliştirmeleri için de onları zorluyordu.
Fotoğrafçı Rejlander’in ışık ölçer olarak kedisini kullandığına dair söylentiler vardır. Fotoğraf çekeceği ortama kedisini getiren Rejlander, kedinin gözbebeğinin durumuna göre ortamdaki ışığın kendisine ne kadar faydalı olabileceğini anlamaya çalışıyordu. Kedinin gözbebekleri kısa bir çizgi halindeyse ışığın yoğun olduğunu düşünerek kısa pozlama yapar, daha açıksa uzun pozlamayı tercih ederdi. Eğer gözbebeği tamamen açık ve yuvarlak ise ortamın fotoğraf çekimi için uygun olmadığını düşünürdü.
Bu sevimli hikayenin doğruluğundan tam olarak emin olamasak da, bilimsel gelişmelerin gözlem, merak ve araştırmayla ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu doğrultuda bir araştırmacının çıkıp da hiç ışık olmayan yerlerde bile fotoğraf çekmeye yarayacak bir şey icat etmesi beklenmedik bir durum değildi.
1808’de Sir Humpry Davy magnezyum adında, yandığı zaman çok parlak beyaz bir alev üreten yeni bir metal keşfetti. Fotoğrafçılar magnezyumu ışık üretmek için kullanmayı denediler. Pozlama süresinin elli saniyeye kadar düştüğü çekimler yaptılar. Ancak magnezyum teli hem kolay ulaşılabilir hem de çok ucuz değildi.
Bazı dönem filmlerinde bir fotoğrafçının üzerinde metal bir tabla bulunan meşale benzeri bir aleti elinde tuttuğunu, sonrasında patlama sesi eşliğinde yüksek bir ışık ve dumanlar çıkardığını görmüş olabilirsiniz. O dönemde fotoğrafçılar ışığın az olduğu ortamlarda tam da bu şekilde fotoğraf çekmeye çalışıyorlardı.
Filmlerde oldukça ilgi çekici görünse de yapay ışıkla pozlama süresini azaltmak için kimyasal tepkime oluşturup gerçek bir patlama yaratmak gerekiyordu.
Bu durum etkili olduğu kadar tehlikeliydi ve pek çok sorunu da beraberinde getiriyordu. Öncelikle her fotoğrafçının kendi elleriyle hazırladığı bu kimyasal karışım miktarını fazla ya da az ışık üretmeyecek şekilde doğru ayarlayabilmek çok önemliydi. Bazen karışımı hazırlarken veya flaşı ateşlerken yaralanan hatta ölenler olabiliyordu.
Ayrıca kapalı bir ortamda kullanılan flaşlar çok fazla duman çıkararak farklı bir tehlike daha oluşturuyordu.
Ekim 1887’de iki alman bilim adamı Adolf Miethe ve Johannes Gaedicke ışığın yeterli gelmediği ortamlarda fotoğraf çekebilmek için yeni bir teknik buldular. İnce magnezyum tozunu potasyum kloratla karıştırarak Blitzch adı verilen ve yaygın bir şekilde kullanılacak olan ilk flaş tozunu ürettiler. Blitzlicht, fotoğrafçılara geceleri bile yüksek enstantane hızında fotoğraf çekime imkanı veriyordu ve bu durum fotoğrafçılık dünyasında oldukça heyecan yarattı.
20. yüzyılın başlarında, farklı kimyasallarla süreci daha basit ve güvenli hale getirmek için flaş tozu üzerinde iyileştirmeler yapıldı. Artık pozlama süresi daha da kısalmıştı ve fotoğrafı çekilen insanlar hareket etmeden çekim tamamlanabiliyordu. Uzun çekim sürelerinde olduğu gibi, çoğu insanın gözlerinin kapalı çıkmaması portre fotoğrafçılığında da bir gelişme sağladı. Yine de hala çekimden sonra ortamın dumanla dolması ve patlama sesinin fotoğrafı çekilen insanları ürkütmesi gibi sorunlar yeni arayışları devam ettiriyordu.
Bir sonraki ilerleme 1930’da flaş lambasıyla geldi. Joshua Lionel Cowen ve fotoğrafçı Paul Boyer flaş lambasını tanıttı. Bu lamba bir pilden gelen elektrikle ateşlenen içerisinde oksijenle birleştiğinde yoğun bir ışık oluşturan magnezyum ve potasyum karışımı bulunan cam bir ampuldü. Fotoğraf makinasının deklanşörüne bağlanabiliyor, tıpkı bugün olduğu gibi fotoğrafçı deklanşöre bastığı anda flaşın patlaması sağlanabiliyordu. Flaş tozundan çok daha az tehlikeliydi ve yumuşak bir ışık üretiyordu. Artık ne patlama gürültüsü ne de duman vardı.
Camdan yapılan bu lambaların tek kullanımlık olması fotoğrafçının yanında fazlaca ampul bulundurmasını gerektiriyordu. Bazen çok erken patlayabiliyor bazen de cam parçalanabiliyordu ama sonuçta geçmişe bakıldığında harika bir gelişme olduğunu söylemek kaçınılmazdı.
Sonraki yıllarda teknoloji gelişmeye devam ettikçe cam yerine plastik, magnezyum yerine de zirkonyum kullanılmaya başlandı. Plastik ampuller patlama sonrası çok fazla kırılıp dökülmüyorlardı. Ama yine de her ampulün sadece bir kez kullanılabilmesi çekimlerin hızlı ilerlemesine engel oluyordu.
1960’lı yıllarda Flashcube piyasaya sürüldü. Küp şeklinde olan bu aletin her tarafında bir adet olmak üzere dört ampulü vardı. O zamanın şartlarında oldukça pratik olan bu aletteki ampullerden biri kullanıldığında küp döndürülerek diğer ampul kullanılıyordu.
En sonunda elektronik flaşın gelmesiyle fotoğraf dünyası sonsuza dek değişti. Elektronik flaşlar daha verimli ve daha ucuz olduğu için kolay erişilebilir oldu ve bizi bu günlere getirdi.
İnsanlık tarihindeki her önemli icat ve yenilik gibi flaşın gelişimi de başka yeniliklere ve gelişmelere olanak tanıdı. Fotoğrafın icadı nasıl insanların görme ve düşünme biçimlerini etkilediyse; flaşın icadıyla çok daha güçlenen fotoğraf etki alanını genişletti.
Örneğin sözünü ettiğimiz iki Alman bilim adamının icadı Blitzlicht başka bir kıtada kentsel yoksulluğa karşı bir dönüşüm silahının önemli bir parçası oldu. Çoğunluğu Avrupa’lı olan yüzbinlerce yoksul göçmenin akın akın New York’a geldiği dönemde, Amerikalı fotoğrafçı Jacob Riis Manhattan’ın güneyindeki gecekondu mahallelerinde yaşayan insanların yoksulluğunu ve sefilliğini flaş sayesinde onları evlerinin içinde fotoğraflayarak gözler önüne serdi. Riis’in çektiği fotoğraflar onların kaderlerini değiştirecek kadar etkili oldu.
Flaş fotoğrafçıların çalışmalarını doğal ışığın sınırlarının ötesine taşımalarına imkan verdi. Modern fotoğrafçılığı geliştiren tüm mucitler bir şekilde insan hayatına dokunmayı başardılar. Önceki yüzyıllardaki çabaları bizim bu yüzyıldaki hayatımızı değiştirdi…
Yorum Yap