Eugene Smith fotoğrafçılıktan bahsederken “küçük bir ses” diye tarif etmiş olsa da bazı fotoğraflar bağırır, çığlık atar. Bu fotoğrafı çekebilen fotoğrafçılar, en acı gerçeklere vicdanı ve kalbi ile bakarlar. Smith de bu fotoğrafçılardan biri.
“Fotoğrafçılık en iyi ihtimalle küçük bir sestir, ancak bazen -sadece bazen- bir fotoğraf veya bir grup fotoğraf duyularımızı farkındalığa çekebilir” der, Eugene Smith. Bazı fotoğraflar vardır, sadece gözlerimize değil, vicdanımıza da kazınır. Onlara sadece bakmaz, onlarla bir şey hissederiz: Utanırız, öfkeleniriz, yutkunuruz, ama asla unutmayız.
W. Eugene Smith’in 1972 yılında çektiği “Tomoko Uemura in Her Bath” tam da böyle bir kare. Ona ilk kez baktığımda yaşadığım şey ne yalnızca estetik bir hayranlıktı ne de teknik bir takdir… Bu, doğrudan insan olmanın kalbine dokunan bir fotoğraftı. Ve her seferinde içimde yankılanan tek bir soru oldu: “Bu kare, hangi suskunluğunu bozuyor?”
Eugene Smith’i sadece bir fotoğrafçı olarak tanımlamak eksik kalır. O, fotoğrafın bir enstrümana dönüşebileceğini bize kanıtlayan hem tanık hem de vicdan olmuş bir anlatıcıdır. Fotoğraf tarihine damga vuran isimler arasında Smith’in yeri hep ayrı tutulur çünkü onun kadrajı yalnızca görüntüleri değil, insanlık durumlarını da içine alır.
Bir savaşın ortasında, bir hastanenin loş ışığında, ya da bir annenin çocuğuna sarıldığı banyoda… Her yerde aynı şeyi arar: Gerçek.
Smith, fotoğrafçılığa 15 yaşındayken yerel gazete için fotoğraf çekerek merak salmış, üniversite eğitiminin ilk senesinde New York’a giderek Helene Sanders ile çalışmaya başlamış, sırasıyla News-week, Flying ve Life dergileri için çalışmış.
II. Dünya Savaşı’ndan Pasifik Cephesi’ne kadar birçok cephede görev aldı. Ancak yaşadığı ağır travmalar ve fiziksel yaralanmalar onu fotoğrafın daha derin, daha içe dönük bir alanına yönlendirdi. Artık yalnızca olan biteni belgelemek değil, olup bitenin iç yüzünü göstermek istiyordu.
İyileştikten sonra Magnum Photos’a ortak olarak katıldı. 53 yaşında sağlık sorunları yaşarken önce hayat arkadaşı sonra eşi olan Aileen ile tanışınca Minamata’daki trajediden haberdar olup, tarihin en dokunaklı belgesel projelerinden birine imza attı.
Minamata, Japonya’nın güneyinde küçük bir balıkçı kasabasıydı. Ancak 1950’lerden itibaren burada insanlar sebepsiz nöbetler geçirmeye, konuşamamaya, yürüyememeye ve nihayetinde ölmeye başladılar. Neden sonradan ortaya çıktı: Chisso Corporation adlı kimya fabrikası, yıllarca denize cıva atmış ve bu ağır metal deniz ürünleri aracılığıyla binlerce insanın bedenine sızmıştı.
Ortaya çıkan hastalığa “Minamata Hastalığı” denildi; ama bu sadece bir tıbbi vaka değil, bir toplumsal suçun adıydı.
Smith ve Japon eşi Aileen Mioko, üç ay için gittikleri Minamata’da üç yıl kaldılar. Minamata halkı ile yaşadılar, şirket tarafından fotoğraf atölyelerinin yakılmasına, protestocuların yanında yer alarak ölümcül şekilde yaralanmasına neden olacak kadar bu yaşanan trajedinin içine sindiler.
Hastaların, ailelerinin, doktorların ve kasaba halkının yaşamına tanıklık ettiler. Smith bu çalışmayı “dünyaya bir uyarı” olarak gördü ve kurbanların sesi olmak için hayatını tehlikeye atacak kadar bu trajedinin tanığı oldu.
Aileen, “Elbette çok hassas bir konuydu, içeri dalmadık,” diyor. “Orada yaşadık, insanları tanıdık ve fotoğraflar çektik. Mağdurlar anlayışlıydı; duygu şuydu: ‘Dünyanın bilmesini istiyoruz’.”
“Minamata” adlı foto-röportaj projesi, yalnızca bir çevre felaketini belgelemekle kalmadı; aynı zamanda sanayileşmenin kör noktalarında kalan insanların sesini dünyaya duyurdu. Smith’in kamerası bir silah değil, bir vicdan aynasıydı. Ve o projede, tek bir kare öne çıktı: Tomoko Uemura in Her Bath.
Bu fotoğraf, cıva zehirlenmesi sonucu ağır özürlü doğan Tomoko’nun, annesi Ryoko tarafından geleneksel Japon küvetinde yıkanmasını gösteriyor. Karartılmış bir odada, yalnızca doğal ışığın vurduğu iki beden… Annenin yüzündeki şefkatle karışık yorgunluk, Tomoko’nun ifadesiz ama dokunaklı hali…
Her şey, bir annenin sevgisini, bir çocuğun masumiyetini ve insanlık tarihinin en sessiz çığlığını içinde barındırıyor.
Teknik olarak bakıldığında, Smith bu fotoğrafta ışığı neredeyse bir heykeltıraş gibi kullanıyor. Kontrast öylesine güçlü ki, figürler neredeyse siyahın içinden çıkıp bize doğru yaklaşıyor. Fakat bu sadece bir ışık oyunundan ibaret değil; burada ışık, anlamı keskinleştiren bir bıçak gibi kullanılıyor.
Bu, yalnızca bir banyo sahnesi değil; anne karnından çıkıp acıya doğmuş bir çocuğun yeniden doğumunu andıran bir ritüel adeta.
Fotoğrafın etkisi yalnızca dönemin tanıklarıyla kalmadı. Barack Obama’nın otobiyografisinde de geçer, çocukluğunu hatırlarken, LIFE’ta küvette sakat bir çocuğu tutan bir kadının fotoğrafını gördüğünde çok etkilendiğinden bahseder. Obama Amerika Birleşik Devletleri başkanı olduğunda, cıva kullanımını sınırlamak için uluslararası bir anlaşmaya varılmasında da etkili oldu.
Smith’in bu fotoğrafı çekmeden önce Tomoko’nun ailesinden izin aldığı ve bu kareyi yayımlamadan önce defalarca düşündüğü bilinir. Hatta fotoğraf yıllar sonra aile tarafından yayından çekilmiştir. Bu da bize şu soruyu sordurur: Gerçeği göstermek ile mahremiyeti korumak arasında çizgi nerededir?
Smith, bu ince çizgide ustalıkla yürümüş, duyguyu sömürmeden, yalnızca insanlığın yüzüne bir ayna tutmuştur. W. Eugene Smith’in fotoğraf tarihindeki yeri işte tam da burada belirginleşiyor. O, ne fazla uzakta durarak yalnızca belgeleyen biri oldu; ne de fazla yakına gelip duyguyu manipüle etti.
Onun yaklaşımı, insanlığa saygılı ama gerçeğe sadık bir duruştu. Belgesel fotoğrafçılığın sınırlarını hem etik hem estetik anlamda yeniden tanımadı. Fotoğraflarında hümanist ve şefkatli bir dil ile hikâyeyi anlatmayı tercih etti.
Bugün “Tomoko’nun Banyosu”na bakarken, yalnızca bir annenin çocuğunu yıkadığı ana değil, insanlığın utanç verici bir dönemine, kurbanların suskun çığlığına ve bir fotoğrafçının içtenliğine tanıklık ediyoruz. Smith’in ailelere olan yakınlığı fotoğrafçılığın güçlü bir unsurudur.
Smith’in dediği gibi: “Fotoğrafçının görevi sadece görmek değil, görmeye zorlamaktır.” Ve o bunu hepimize hatırlatıyor. Gerek savaş fotoğraflarında gerekse tüm insanlık hallerini belgelerken soğuk bir çıplaklıkla değil de en dokunaklı anları hassas bir göz ve duruşla ele aldığını ve hissedebiliyoruz.
Dipnot: Johnny Depp’in hem yapımcılığını üstlendiği hem de Eugene Smith’i canlandırdığı 2020 yapımı “Minamata” filmi, Aileen ve Eugene’in yaşamından otobiyografik bir kesiti sinemaya taşıyor. İzlenmeye değer.
Yazı: Zeynep Can ([email protected])
Yorum Yap