Hafta sonları ailecek ister sinemada, ister evde ekran karşısına geçip elinize birer patlamış mısır ile meşrubat alarak keyifle izlediğiniz ve ardından da güzelce unuttuğunuz dram-komedi ağırlıklı ‘çerezlik’ dediğimiz filmler vardır ya, işte Süper Baba da tam olarak onlardan biri. ABD’de geçtiğimiz Kasım ayı vizyona girmesine rağmen ülkemizde henüz yeni salonlara uğrayan yapımın bir çocuk masalı gibi hayal aleminde gezinip hiçbir şekilde ciddiye alınmaması gereken, hayli uçuk, absürt ve tuhaf bir hikayesi var. Öyle ki adeta melekten farksız, kalbi tamamen iyilikle dolu olmayan bir karakter dahi bulamazsanız filmde. Hatta baş kahramanımızın borçlandığı çete bile yüklü miktardaki parasını isterken en ufak bir şiddet uygulamaktan, tehdit savurmaktan kaçınıyor, düşünün.
Filmin bu kadar iyimserliğe kaçmasının kusurdan sayılması her ne kadar kulağa doğru gelmese de bazı noktalarda durumun aşırı boyuta taşınması filmden kopmanıza yol açabiliyor. Tabii bunda böyle bir filmin kaldıramayacağı kadar doldurulmuş senaryo da etkili. Filmde, gençken Starbuck takma adıyla spermlerini yüzlerce kez bir sperm bankasına bağışlamış, beceriksiz ve sorumsuz bir et kamyonu şoförü olan David Wozniak’ın yıllar sonra tam 533 çocuğun biyolojik babası olduğunu öğrenmesiyle birlikte gelişen olaylara odaklanılıyor. Sevgilisinin hamile olduğunu yeni duyan ve o tek çocuğa bile bakabilecek sorumluluğa sahip olmayan David, çocukların 142 tanesinin bir araya gelerek babalarının kimliğini belirlemek için dava açtığını öğrenip üstüne bir de borç aldığı çeteyle de başı derde girince işler iyice karmaşık bir hal alıyor. Bu noktadan sonra David, ya ‘beceriksiz’ avukatı Brett ile bir karşı dava açarak kimliğini koruyup aynı zamanda elde ettiği tazminatla borçlarını kapatacak ya da -kendi deyişiyle- hayatta bir kez olsun doğru karar vererek normal bir insan olacak.
Filmin ne kadar iyilik dolu olduğunu göz önünde bulundurarak her şeyin nihayetinde tatlıya bağlanıp mutlu sonla biteceğinin kaçınılmaz olduğunu görebilir ve David’in hangi kararı vereceğini de kolaylıkla tahmin edebilirsiniz. Yalnız filmin bu öngörülebilir olay örgüsünden ziyade çok daha ciddi sorunları bulunuyor. Bunların en başında gelen de şüphesiz doksan dakikalık kısa süresine rağmen ritmin bir türlü tutamaması. Hikaye akışındaki gözle görülür dağınıklık ve David dahil tüm karakterlerin bir hayli yüzeysel işlenmesi de bu problemi fazlasıyla körüklüyor. Neticede ise film izleyicisini hiçbir yolla kendine bağlayamıyor ve duygusal açıdan zayıf kalarak kimsede en ufak bir etki yaratamıyor. Oysa David’in baba olmanın ne anlama geldiğini kavramaya başlayıp, kendine doğru düzgün bir hayat kurmaya karar verdikten sonra çocuklarıyla uzaktan da olsa yakınlaşmaya başladığı anlardan itibaren dramatik bir ton yakalanıyor ama maalesef hikayenin içinde son derece zayıf kalıyor.
Bu arada filmin hikayesi de aslında tanıdık. Kanadalı yönetmen-senarist Ken Scott, 2011’de çektiği ilk uzun metrajı Starbuck’ın hikayesini aynen kopyalayıp Hollywood’da şekillendirerek Amerikalı ünlü oyuncularla birlikte yeniden çevirmek gibi dahiyane bir fikir üretmiş! Daha önce beğenilen filmlerin (uzun-kısa fark etmez), üzerinden çok zaman geçmeden imkanlar çoğaltılarak, kimi zaman bizzat aynı yönetmen tarafından, kimi zaman da farklı yönetmenler tarafından yeniden piyasaya sürülmesine son yıllarda iyice alıştık zaten. Üzücü olan iyi bir ilk filmle ümit verici bir kariyer başlangıcı yapan Ken Scott’ın da bu furyaya katılması. Çeşitli festivalleri dolaşan ve yeterince adını duyurup başarılı olan bir filmi neredeyse birebir şekilde Hollywood’da tekrar çekmenin mantığını ben çözemedim açıkçası. Üstelik etraftaki onca örneğe bakarak filmin yeni versiyonunun ne olursa olsun orijinalinin kalitesine erişmeyeceğini bile bile neden bu yolu seçtiğini anlamak hiç mümkün değil.
Öte yandan filmin olumlu tarafı da yok değil elbette. Komedi üzerine yoğunlaştığı için haddini bilerek işlediği ‘babalık’ konusunda gereksiz yere derinlere inmeden mesajlar üretmeyip seyirciyi yormaması ve derdini yalın bir dille anlatmayı başarması göz ardı edemeyeceğimiz artıları. Bunun yanında her ne kadar öyküsü elverişli olsa da bel altı mizaha hiçbir şekilde yer vermeyen, daha çok durumlardan ya da günlük esprilerden faydalanarak son yıllarda alıştığımızın biraz dışında bir komedi anlayışına sahip olması da dikkate değer. Bilhassa da mizahı dramla yoğurarak böyle absürt bir hikayeyi sululuğa kaçmadan anlatabilmesi en büyük avantajı. Lakin bu noktada, David’in çocuklarına karşı “koruyucu melek” vazifesi gördüğü, inandırıcılıktan yoksun yan öykülerle film kendini kuvvetlendirmeye çalışırken bu sefer de dozunu ayarlayamayıp en başta bahsettiğimiz aşırı iyimserliğe kapılarak seyircisinden uzaklaşıyor. Vince Vaughn, Chris Pratt ve Cobie Smulders gibi sevilen oyuncuların ise bu durumu düzeltmekte pek yardımları dokunamıyor.
En nihayetinde seçim size kalıyor; elinizde hemen hemen tıpatıp aynı iki film duruyor, teki Kanada, diğeri de ABD yapımı… Aslında fazla düşünmenize de gerek yok, şu çok meşhur IMDb puanları bile sizi en kısa yoldan doğruya yönlendirecektir.
Süper Baba / Delivery Man
Vizyon Tarihi: 29 Ağustos 2014
Yapımı: 2013 – ABD
Tür: Komedi
Süre: 103 Dak.
Yönetmen: Ken Scott
Oyuncular: Vince Vaughn , Cobie Smulders , Chris Pratt , Simon Delaney , Bobby Moynihan
Senaryo: Ken Scott
Yapımcı: André Rouleau
Yorum Yap