Sanat tarihinin önemli kavramlarından biri olan eserin “biricik” olması fotoğrafın icadından kısa bir süre sonra yara almıştır. İnsanlar, fotoğraf sayesinde gördüğü her şeyin bir benzerini iki boyutlu olsa da oluşturmaya, istedikleri zaman defalarca bakabilir hatta aslına hiçbir zaman ihtiyaç duymadan fotoğrafıyla meşgul olabilirdi.
Özellikle dijitalleştikten sonra, bu becerisi hızlanmış, bellek kartları sayesinde eskiye göre kat kat artmıştır. Her fotoğraf makinesi, ortamda ışık olması şartıyla, karşısında durduğu her nesneyi, her insanı hatta her durumun suretini kaydeder ve çoğaltır. Kullanma kılavuzundaki 3-5 satırı okuyan herkes makineyi kaydetmek ve çoğaltmak amacıyla kullanabilir.
Fotoğraf aslında neyi çoğaltır?
Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki öğrenciliğimin ikinci yılıydı. O yıl, son sokağa çıkma yasağı uygulanacak olan nüfus sayımın yapıldığı yıldı. Mutlaka hatırlıyorsunuzdur; sabahtan-akşama kadar evden çıkamazdık. Zamanın mizah dergilerinin “koyun gibi sayılmak” şeklinde simgeleştirdiği bir olaydı nüfus sayımları. Benim de aklıma, sokağa çıkma yasağı uygulanacak son nüfus sayımında sayılan insanların fotoğrafları çekmek geldi. Bunu yapabilmek için de, nüfus sayım memuru olarak çalışmak için başvurdum. Saydığım insanların fotoğrafını çekecektim. O zaman ki aklıma göre sıra çok iyi fikirdi.
Sayım günü geldi çattı. Görevli olduğum alana gidip saat sabahın sekizinde ilk zile bastım. Yataktan kalkıp kapıyı açan, bir karı-kocayı sayma işlemlerini bitirdikten sonra, projemi anlatıp, salonlarında, oturma odalarında otururken bir fotoğraf çekmek istediğimi söyledim. Cahil cesareti derler ya tam o durum. Tabi ki “hayır” dediler. Tüm bilgilerini verdikleri bir insana fotoğraf da çektirmek istemediler doğal olarak. Yaptığım büyük bir ihtimalle suçtu. Peşi sıra saydığım 10-15 hanede yaşayanlar da izin vermedi. Ben de olsam izin vermezdim zaten. Öğlene doğru bir zile bastım, içimden “Bu seferde, izin vermezlerse bir daha kimseye sormayacağım” dedim. Kapı açıldı. Evin babası açtı kapıyı. Beni kahvaltıya davet etti. Mutfakta bir yer sofrasıydı. Eşi, biri kız iki çocuğuyla, bağdaş kurmuşlar yemek yiyorlardı. Kızı üniversite öğrencisiydi, oğlu olan daha küçük… Sadece baba konuştu, diğerleri sustu. Sıva ustasıymış, inşaatlarda çalışıyormuş. Bana gösterdikleri yakınlıktan yüz bularak fotoğraf çekme izni istedim. Ama bu sefer okuldan ödev verdiler dedim, acındırdım kendimi. Baba “tamam” dedi, diğerlerine sormadan. Çocukları bu fikirden çok hoşlanmadı ama seslerini çıkaramadılar.
– “Nerede çekeceksin?” dedi baba.
– “Oturma odasında…” dedim.
Oturma odasına geçtik. Ben küçük bir masaya çantamı koyup makineme flaş takmaya çalışırken tüm aile bireylerinin duvar kenarına ayakta dizildiklerini gördüm.
– “Oturursanız daha güzel olur…” dedim ve işime döndüm.
Kısa bir süre sonra tekrar gözümü kaldırdığımda, yine ayakta beklediklerini görünce;
– “Ödevim gereği oturarak çekmek zorundayım.” dedim.
Annenin ve çocukların suratı bir karış oldu. Çocuklar mahcupça yere baktı. Baba, “O zaman ödevini burada yapamayacaksın. Bizim maddi durumumuz pek iyi değil, hiç sandalyemiz yok…” dedi.
O an fark ettim. Zaten çok az olan ev eşyası içinde oturmak için hiçbir şey yoktu. Tüm aileyi karşıma dizmiş, bana, hiç tanımadıkları çocuk yaşta birisine sandalye alacakları paraları olmadıklarını söyletmek zorunda bırakmıştım.
Önceleri bir fotoğrafçı adayı, sonra da bir fotoğrafçı olarak, o evde sandalye olmadığını neden fark etmediğimi, defalarca sordum kendime. Fark etmemiştim. Çünkü büyüdüğüm ailemin evinde her zaman oturacak bir şeyler vardı… Ve ben o gün orada hiç olmamıştım. Çektiğim fotoğraflar kendi “san”dığımı çoğaltmaktan başka bir şey olamayacaktı.
Her fotoğraf “ideolojiktir”
Makine gerçeğine çok benzeyen bir yeni ürün yaratsada, bir fotoğrafı akılda kalan yapan sıfat bu değildir. Bir fotoğrafı değerli yapan fotoğrafçısının, fotoğrafta gördüğümüz suretten yola çıkarak anlatmasıdır. Yaptığı kadraj seçimiyle, ne zaman deklanşöre bastığıyla, nasıl bir açıdan çektiğiyle, nasıl bir sunumla yaydığıyla –renkli/siyah-beyaz- nasıl bir biçimsel bütünlükle gösterdiğiyle fotoğrafçının kişisel seçiminden oluşur her fotoğraf… Farkında olunsun ya da farkında olunmadan yapılsın bir fotoğraf makinesi vizörden bakanı, deklanşörüne basanı ÇOĞALTIR. Bir fotoğraf makinesi aslında önündekini değil, arkasındaki çoğaltır…
İşte bu yüzden herhangi bir fotoğrafın fotoğrafçısının dünya görüşünü, edebini, ruh zenginliğin ya da ruh fakirliğini yansıtamaması gibi bir durum söz konusu değildir. Belgesel fotoğraftan, reklam fotoğrafına düğün fotoğrafından, sokak fotoğrafçılığına her fotoğraf pikseline kadar “ideolojiktir”, Çünkü o fotoğrafı üreten beyin her zaman bir şeylerin tarafıdır, yaşadığı dönemin bir sonucudur. Farkında olsa da olmasa da…
Annenin ve çocukların suratı bir karış oldu. Çocuklar mahcupça yere baktı. Baba, “O zaman ödevini burada yapamayacaksın. Bizim maddi durumumuz pek iyi değil, hiç sandalyemiz yok…” dedi.
Donup kalmıştım. Evde hiç sandalye yoktu ve ben bunu farketmemiştim. Kendimi çoğaltacağım diye, karşımdakileri eksiltmiştim.
– “E hadi çeksene. Sana mı bakıyoruz?” dedi baba. Hepsi yüzlerini yerden kaldırıp bana baktılar. Utanma sırası bendeydi.
Bir fotoğraf çektim. Utanmamı çoğalttı.
Yazı: Altan Bal, İFSAK Yönetim Kurulu Başkanı
altanbal@ifsak.org.tr
Bu yazı, Photoline dergisinin Haziran ayı sayısından alınmıştır.