Saat sabahın 07:00’si… Henüz sabah ezanı okunmamış… Süleymaniye Camisi’nin avlusunda Cemil Şahin ile buluşuyoruz. Onun mesaisi sabah gün doğarken başlıyor ve gün batarken bitiyor. “Şimdi Süleymaniye’nin minaresine çıkacağız…” diyor gülerek ve soruyor: “Antrenmanlı mısın?..”
Banisi Kanuni Sultan Süleyman olan ve bundan tam 462 yıl önce Mimar Sinan tarafından inşa edilen “kalfalık eser,” Süleymaniye’nin Haliç’e ve Marmara’ya bakan ön cephesindeki üç şerefeli minaresinin içinde döne döne merdivenleri tırmanıyoruz. “Birinci şerefe 188 basamak…” diyor. Basamaklar da öyle bildiğiniz gibi değil, oldukça yüksek ve tırmanmak bir hayli zor…
Sonunda basamaklar bitiyor ve İstanbul tüm muhteşemliğiyle gözümüzün önünde beliriyor. Hava alacakaranlık henüz. İleride Kadıköy, Çamlıca tarafında hafif bir kızıllık belli belirsiz… Ben huşu içinde manzaraya bakarken Cemil Şahin, “Ben aşağı gidiyorum, kubbeden gündoğumunu çekeceğim…” diyor. Birkaç dakika sonra hemen aşağıdaki kubbenin üzerinde tripodunu kurmuş, aleme tutunmuş bize el sallıyor.
İki yıl süren bir çaba
Süleymaniye’nin kubbesinde her iki tarafta da yer alan efsanevi is odasını, Mimar Sinan’ın çalışmalarını sürdürdüğü ve akustik kontrolünü gerçekleştirdiği çalışma mekanını, adeta bir çilehane kıvamında olan yattığı yeri görüyorum. Sonra bir çay sohbetinde soruyorum Cemil Şahin’e “Sahi, nasıl başladı bu sevda?..” Çayından bir yudum aldıktan sonra ağır ağır anlatmaya başlıyor:
“Kubbenin derin bir manası var. Evreni temsil eder aslında… Başımızı yukarı çevirdiğimizde de gördüğümüz gökyüzüne ‘gök kubbe’ demiyor muyuz? Oradan bakmak ve bu manzarayı fotoğraflamak bende tutku haline gelmişti. Bu tutkumu gerçekleştirmek için bütün kapıları çaldım adeta. Müftülük, kaymakamlık, valilik… Aklınıza neresi gelirse… Tam iki yıl boyunca kelimenin tam anlamıyla kapılarını aşındırdım. Bütün birimlerde önüme türlü türlü prosedürler getirdiler. Hatta, bir seferinde benden Bakırköy Akıl ve Ruh Sağlığı Hastanesi’nden alınacak deli olmadığıma dair rapor bile istediler. Nedenini sorduğumda, ‘Deli misin, değil misin? Yüksekte ne işin var? Oraya çıkmana izin verirsek atlamayacağın ne malum? Biz bu sorumluluğu alamayız.’ dediler. Her neyse akıl sağlığım olduğu yolunda rapor da aldım ama sonuç yine nafile oldu. Sordum, ‘Peki, niye beni bu kadar uğraştırdınız?’ diye. ‘Şahıslara izin veremiyoruz, tüzel kişilik olması gerekiyor.’ dediler… Neredeyse ümidi kesmiştim ki, küçük bir tesadüf tüm hayatımı değiştirdi.”
– “Peki neydi bu küçük tesadüf?”
– “Sultanahmet Meydanı’nda Firuzağa Camisi’nin hemen karşısında bir kafede çay içiyordum. Akşam saatleri… Sultanahmet Camisi’nin bir fotoğrafını çektim. Arkamdan bir ses. ‘Ondan ben de istiyorum. Döndüm baktım iki genç… ‘Olur’ dedim ‘Veririm… Ama daha iyi olsun diye bir tane daha çekeceğim onu vereyim…’ Sonra masaya oturduk ve konuşmaya başladık. Mehmet Yıldız’dı kardeşimizin adı. Bir saate yakın sohbet ettikten sonra bana dedi ki, ‘Cemil Ağabey, sen camileri fotoğraflamayı seviyorsun. Yarın burada buluşalım, seni babama götüreceğim. Onunla tanıştıracağım. O senin Fatih Camisi’ni çekmene yardımcı olacaktır. Sordum tabii: ‘Nasıl ya? Ben o kadar uğraşıyorum izin yok da…’ Güldü Mehmet, ‘Sen boşver orasını’ dedi. ‘Yarın burada ol…’ Hiç unutmuyorum günlerden çarşamba… Perşembe günü geldim Mehmet’in yanına… Motorla atladık gittik. Fatih Camisi’nin tam karşısındaki ev… Eve çıktık, beni balkon tarafında aldılar. Camiyi bir gördüm… Aman Allahım!.. Bütün heybetiyle Fatih Cami karşımda… Muhteşem bir manzara. Mehmet, çok fazla kalmadı bizimle. Beni babasına emanet edip gitti. Babası Hüseyin Amca ile gece 21:00’de başlayan sohbetimiz 00:00’a kadar devam etti. Müsaade istedim ayrılmak için… Beni iyice tembihledi: ‘Yarın erken gel, seni camiye çıkartacağım.’ O gece uyumadım. 2009’dan 2011 yılına kadar uğraşmışım bu hayalimi gerçekleştirmek için… Bütün kapılar kapanmış ama ertesi gün o kubbeye çıkabileceğim. Sanıyorum bir mart günüydü… Hüseyin Amca’yı aradım ve camide buluştuk. Birini çağırdı ve talimat verdi: ‘Cemil kardeşimi kubbeye çıkartıyorsun.’ Bu arada ben hala inanamıyorum. Bir güvenlik görevlisiyle çıktım kubbeye ve ilk kez oradan aşağıya baktım. İnanın o manzaranın tarifi, izahı yok. O heyecanla kubbenin altında cuma namazı kılan cemaatin fotoğrafını çektim. Bir an önce fotoğrafları bilgisayara yükleyip sonuçları görmek istiyorum çünkü. Sağolsun Hüseyin Amca, camideki bütün görevlilerle konuşmuş, ‘Cemil Bey ne zaman gelirse, kendisine kolaylık gösterin…’ demiş. Merak ettim sordum Hüseyin Amca’nın görevini… Meğer kendisi, caminin mütevelli heyeti başkanıymış. Akşam 22:00 filandı, fotoğrafı hazırlayıp sosyal medyada paylaştım. 8 mm ultra geniş açı kullanmıştım. Gece saat 00:15 gibi telefonum çaldı. Hayırdır inşallah… Telefondaki ses, müftülükten aradığını söylüyordu. İçimden paylaştığım fotoğrafla ilgili bir sorun yaşayacağımı düşündüm. Ertesi gün beni müftülüğe beklediklerini söylediler. Hemen Hüseyin Amca’yı aradım, o da ‘Sen bir git bakalım…’ dedi. Cumartesi günü hemen müftülüğe gittim. Görevliler, müftü beye geldiğimi haber verdiler. Müftü bey, beni kapıda karşıladı, elimi sıktı ve şunları söyledi: ‘Biz sana haksızlık yapmışız Cemil Bey. O kadar uğraşmışsınız, size izin verilmemiş. Bizi mazur görün, size izin vermek istiyoruz.’ Hemen bir izin yazısı hazırlandı, geldi. Kağıdı okuduktan sonra bu izinle çekim yapamayacağımı söyledim. Çünkü başta tripod olmak üzere birçok yasak vardı. Onlar çivi uçlu topoğrafçı tripodu kullanılacağını zannediyorlardı sanıyorum. Bunun da kubbe ve çatılardaki çinko kaplama malzemeye zarar vereceğini düşünüyorlardı. Onlara tipodun lastik uçlu olduğunu ve zemine zarar vermediğini anlattım. İzin kağıdı istediğim şekilde yeniden düzenlendi ve o günden sonra izinli olarak kubbe fotoğraflarını çekmeye başladım.”
Kubbeler ve Mimar Sinan
– “Yalnızca İstanbul camilerinde çalışmıyorsunuz herhalde?..”
– “İstanbul başta geliyor ama Edirne, Bursa, Kütahya, Eskişehir, Bilecik, Ankara, Tekirdağ ve hatta Biga, Çanakkale’de çekimler yapıyorum. Çok bilinmese de özellikle Mimar Sinan’ın Anadolu’da inşa ettiği çok önemli eserler var ve elimden geldiğince bunları fotoğraflamak istiyorum.”
– “Mimar Sinan’ın yeri ayrı…”
– “İki sözü var ki, beni çok etkiler. Bir tanesi şudur: ‘Yaptığın işi gönlünde hissedersen, ırmaklar çağlar içinde’ İnanın kubbeleri fotoğraflarken benim de içimde ırmaklar çağlıyor. Bir diğer sözü de, ‘Biz hizmetimizi Allah için yaptık, mükafatını da ahirette bekleriz’… Tezkiretü’l Bünyan adlı eseri benim için çok önemlidir. Bu kitapta Selçuklu dönemi eserlerinden, Acem, Mısır mimari yapılarını incelediğini anlatır. Yeniçerilik döneminde Sinan, çok gezmiş, görmüş, incelemiştir. Hatta Istanbul’daki Yavuz Sultan Selim Camisi’ni Mimar Sinan’ın yaptığını iddia etseler de, Mimar Acem Ali inşa etmiştir. Kaldı ki, caminin mimarisi de son derece farklıdır zaten…”
– “Kubbelerden söz ederken, Sinan’ın Selimiye’yi inşa ederken Ayasofya’dan daha geniş ve daha yüksek bir kubbe iddiasını da konuşalım. Siz, her iki kubbede de bulundunuz sanıyorum.”
– “Sinan, Selimiye’yi 80’li yaşlarında inşa etmiştir ve Hristiyanların Ayasofya’dan daha geniş ve yüksek bir kubbe yapılamayacağı şeklindeki böbürlenmelerine bir yanıt vermek istemiştir. Ben her iki kubbeyi de hem adımlayarak, hem de iple ölçtüm. Selimiye’nin kubbesi şu anda net olarak, Ayasofya’nın kubbesinden yarım metre daha geniş. Ayrıca Ayasofya gibi yassı ve yamuk değil, tamamen mükemmel bir yarım küredir. (Not: Mimar Sinan, Tezkiretü’l Ebniyye adlı eserinde şöyle der: ‘… Zikri geçen camiinin binasına himmet edip bu kubbeyi Ayasofya kubbesinden altı zira daha yüksek ve dört zira daha geniş eyledim.” Bir Osmanlı ölçüsü olan zira dirsekten orta parmağa kadar olan ölçü birimi olup yaklaşık 43 cm’dir. Bu hesaba göre Selimiye’nin kubbesi Ayasofya’dan 6×43=248 cm daha yüksek ve 4×43=172 cm daha geniştir.)
– “Kubbeleri fotoğraflarken ne tür malzemeler ve teknikler kullanıyorsunuz?
– “Yüksek bir mimar beni aradı. Telefonumu bulmuş. Camide çekim yaptıklarını ama fotoğrafların karanlık çıktığını söyleyerek, benim nasıl çekim yaptığımı sordu. Kubbenin altında fotoğraf çekerken içerideki ışık azdır. Yüksek ISO’da fotoğraf kumlanmaya neden olacağı ve görsel kaliteyi bozacağı için ne kadar düşük ISO, o kadar daha kaliteli fotoğraf demektir. Bu nedenle ben hiçbir çekimi tripodsuz yapmıyorum.Tripod çekimleri yaparken iç mekanlarda uzun pozlama gerekir. Kullandığınız diyafram çok önemli. Ben genellikle f/7,1 ile f/16 arası kullanıyorum. Keskinlik ve netlik açısından çok önemli. Pek f/16’nın üzerine çıkmam. Hatta şöyle söyleyeyim kullandığınız lensin en küçük diyafram ölçüsü neyse onun üç stop üzeri bu lensin en keskin görüntü verdiği noktadır. F/11 benim en çok sevdiğim ve en sık kullandığım ölçüdür. ISO’yu da kullandığım ekipmana bağlı olarak en düşük noktada, yani 50’de kullanmayı tercih ediyorum. Zaten tripodda çekim yaparken ışık ölçümleri de size bir fikir verecektir. Sadece Cuma çekimleri farklı olur, onu da söyleyeyim. Cumada mecburen hareket var, yani uzun pozlama çok mümkün değil. Bu nedenle tripodu iyi ayarlayarak, çok fazla ISO’ya yüklenmeden, ışığı nokta ve bazı durumlarda merkezden ölçerek çekim yapıyorum.”
Hilal önemli manalar taşıyor
– “Tercih ettiğiniz özel açılar var mı? Fotoğraflarınızda alemi kadraj içine alma gayretiniz dikkatimi çekti.”
– “Öncelikle simetri ve fotoğrafta denge, ahenk çok önemli… Mimari ile insanı ön plana koymak… Cemaatle çektiğimde, bulunmuş olduğum açıdan insanlarla mimariyi ön plana koymaya gayret ederim. Aslında Osmanlı’dan bu yana mimaride kullanılan çok önemli simgeler var. Mesela lale, lale soğanı gibi. Peki, bunun anlamı nedir? Mesela alem derken, neden hilal şeklindedir? Lale eşittir hilal… Lale + hilal de eşittir Allah… Lale ve hilalin ebced değeri olarak Allah kelimesi ile eşittir. Bayrağımızda da hilal var biliyorsunuz. Bu simgeleri bilinçli olarak fotoğraflarımda kullanıyorum.”
– “Fotoğraf çekerken birçok kişinin görmediği bir açıdan bakıyorsunuz aslında… Bir fotoğrafçı gözüyle bizlerin göremediği neleri görüyorsunuz?”
– “Tarihi ve sanatı çok seven biriyim. İlk Fatih Camisi’ne çıktıktan sonra Mimar Sinan’ın hayatıyla ilgili bütün kaynakları araştırdım. Tezkiretü’l Bünyan ve Tezkiretü’l Ebniye adlı kitapları okudum. Çekim yaptığım kubbelerin arasından bakarken aslında Mimar Sinan’ın yalnızca bina vs. inşa eden bir mimar olmadığını gördüm. O havayı, zemini, toprağı birçok şeyi incelemiş ve etüt etmiş. Ben ona ‘hava mimarı’ da diyorum. Pek bilinmez ama kendisinin ilk mesleği dülgerliktir. Yani ahşap işleri, marangozluk… Ve bilinen ilk işi de Yavuz Sultan Selim zamanında bir seferde Van Gölü’nde yüzmesi için üç adet kadırgadır. Üstelik bu teknelerin kaptanlığını da kendisi yapmıştır. Mimarlığında, yapılarında çok önemli simgeleri ustalıkla kullanmış ve yapılarına bir takım şifreler yerleştirmiş. Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camisi’nde yaptığım bir çekim sırasında ki, çıktığım en zor kubbedir, önemli bir şeyi fark ettim. Hemen karşımdaki duvarda yer alan pencereleri saydığımda 19 adet olduğunu gördüm. Sağdaki duvardakileri de saydım 19… Dört tarafta da 19’ar adet pencere vardı. 19 ebced değeri olarak ‘Bismillahirrahmanirrahim’ kelimesindeki harf sayısıdır. Mesela pencerelerdekilere vitray derler ama bu da yanlış bilgidir. Onlar vitray değildir, Selçuklu’dan bu yana ‘revzen’ olarak bilinen bir tezyin sanatıdır. Yapılış itibariyle de vitraydan teknik olarak çok farklıdır. Minareye çıkarken basamakları saydığınızda da yine önemli referanslara işaret eden izler görüyorsunuz.”
– “Zor olacak ama sizi en çok etkileyen camii hangisidir?”
– “Bana çok sorulan bir soru bu… Aslında hepsi benim için çok değerli… İlk çıktığım Fatih Camii olduğu için onun yeri her zaman ayrıdır bende… Bir de Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya’da namaz kılmış ve ‘İmkansızı imkansızı görmek için imkansızı denemek lazım’ demiş. Ben de ilk kubbe fotoğrafımı ve ilk cuma namazını burada çektim. Bu anlatılmaz bir heyecan, bir duygu… Bize bu kapıları açan Fatih sultan Mehmet Han’ı en derin saygı ve minnetle yâd etmek isterim. Ama Mimar Sinan deyince de akan sular duruyor elbette… Her ne kadar ustalık eseri Edirne’deki Selimiye Camii olsa da Süleymaniye bana başka bir dünya gibi geliyor…”
– “Yaklaşık sekiz yıldır kubbelerde fotoğraf çekiyorsunuz. Henüz çekemediğiniz bir fotoğraf var mı?”
– “Istanbul fotoğraf açısından bir cennet… Derler ki fotoğrafçılar, ‘İstanbul’da ne var ki? Herkes aynı yeri çekiyor.’ Ben aynı yeri çekmiyorum. Az önce de sormuştunuz hilali kadraja alarak, o açıdan çektiğim çok fotoğraf var. Bunlar tesadüf eseri çekilmiş fotoğraflar değil. Bu konuda çok araştırmalarım oldu. Elimde yazılı bir projem var. Nereden neyi nereyi çekmem gerekiyor? Bu konuda notlar tutuyorum, mekan araştırmaları yapıyorum. Son olarak, Mihrimah Sultan Camisi’nden Çamlıca’daki camiyi nasıl çekerim diye açı arıyordum. Geçtiğimiz günlerde buldum ve çektim.
– “Fotoğraflarla İstanbul kitabınız ne zaman çıktı?
– “2018 Ekim’de piyasaya çıktı. Bütün İstanbul kitapevlerinde satılıyor. Aslında bu kitabın kapağında yer alan fotoğrafın hikayesinden söz etmek isterim. Yaklaşık dört yıl bu fotoğrafı çekmek için bekledim. Önce Sultanahmet’ten Çamlıca’ya düşünmüştüm, altı minareye karşı altı minare şeklinde… Sonra ‘maziden atiye’ diye düşündüm. Bir gün Çamlıca’dan Fatih’i çekmiştim o an aklıma geldi. O da ‘atiden maziye’ idi. Bunun tersini yapmaya karar verdim. Yaklaşık bir ay her sabah oraya gittim ve mükemmel ışığı yakalamak için uğraştım. Hava istediğim gibi değildi bu süre boyunca. O sabah da hava biraz pusluydu aslında ama yine de gittim. Yukarı çıktığımda pus bir anlığına dağıldı ve inanılmaz bir ışık ve renk cümbüşü belirdi herhalde. Ben de kapak fotoğrafını çekmiş oldum.”
Keyifli sohbetimiz burada sona eriyor ve Cemil Şahin’i bir başka kubbeden İstanbul’a bakmak üzere uğurluyoruz. Çünkü o bir kubbe sevdalısı…
Cem Kıvırcık
Instagram/Facebook/Twitter: @cemkivircik
Yorum Yap