Fotoğraf iki boyutlu bir anlatım dili olsa da bazı fotoğraflarda boyutlar çoğalır, mekan ve zamanın içine sokar bizi. O “an”da ve o “yer”de biri olsanız yaşayan kadar hissedemez ama biraz nebze o duyguları tarif edebilirsiniz. Hatta bazısında fotoğrafçıyı gözünüzde canlandırmanız bile mümkün olur. Sizi çekerken bedeni ne şekilde, çekimi nasıl gerçekleştiriyor, nasıl kadraj aldı, hayal edebilirsiniz. Orada olsanız, kadrajın içinde nasıl yer alırdınız, tahmin yürütebilirsiniz.
Aralık ayı sonuna kadar İstanbul Tophane-i Amire’de “Genesis” sergisi devam eden Brezilyalı fotoğrafçı Sebastio Salgado’nun fotoğraflarının çoğu bunu hissettiren fotoğraflar. 2003-2014 yılları arasında çektiği doğa fotoğraflarından oluşan sergiyi “yaşadığımız gezegene hürmetlerini sunduğu bir aşk mektubu” olarak niteliyor Salgado.
Tanıdığımdan beri hayranı olduğum Salgado’nun, ilk gördüğümde hafızama “mıh gibi saplanan” bir sürü fotoğrafı olmasına rağmen, bu fotoğrafın zihnime her ayrıntısı ile kazınan “o” fotoğraf olduğunu söylemek iddialı, ama doğru bir ifade.
O anı gerçek boyutlarında gözümde canlandırmama ve her baktığımda o karenin içinde, kadın ve çocuğun yanında kaçarken duyumsamama yetiyor. Bakışlarım kadın gibi göğe doğru mu bakıyor, koştuğum yöne mi, arkalarında mıyım, önlerinde mi güne göre değişiyor. Ama hep onlardan biri gibi hissediyorum.
Elindeki fazla ağırlığı yüklenmiş veya diğer çocuğunun elinden tutmuş, daha hızlı koşabilmeleri için önlerini açıyor veya güvenli bir yer bulmak için gözlerim çevreyi araştırıyor sanki. Bir dehşet ve dehşet duygusu yüreğime çörekleniyor. Salgado’da solumuzda yere çökmüş hem bizi çekiyor hem de kendi de korku içinde, kaçıp güvenli bir yer bulmak için tetikte bekliyor.
1984’te Etiyopya’dan Sudan’a kaçan mülteci kadının, başındaki tencere götürebildiği tek mutfak eşyası; bir ateş, bir bitki veya bir hayvan bulursa yemek pişirmesine imkân verecek. Sırtında ise çok az bir öte beri. Arkasından koşan kız çocuğunun yaşama tutunmak için, ucundan zorla dokunmaya çalıştığı şey annesinin eteği. Dünyada tek güven duyabildiği annesinin gözlerindeki korku, o tek insanın da nasıl tekinsiz olduğunun, kontrastını gözler önüne seriyor.
Kadının baktığı yönde ne olduğunu görmememiz bizi daha da dehşete düşürüyor. Kurtuldular mı öldüler mi sorusu ise cevapsız. Bu fotoğrafta tutuklu kalmamıza sebep, işte o dehşeti, umudu ve merakı aynı anda hissettirmesi…
Bu fotoğraf, Etiyopya Hava Kuvvetlerine ait iki helikopterin makinalı tüfeklerle mültecilere ateş açtığı sırada çekildi. Salgado o an için “tek bir kare çektim ve kaçtım” diyor.
1983-85’e yıllarında Etiyopya’da geçmişi yüzyıla dayanan kıtlığın belki de en ağır dönemi yaşanıyordu. Etiyopya’daki askeri diktatörlük ve gerilla arasındaki iç savaş sırasında isyanları bastırmak amacıyla halkın yüz binlercesi zorla yerleştirme politikasıyla insanlık tarihinin gördüğü en büyük mülteci kamplarında yaşamaya zorlanıyordu.
Devlet gıda tedarikini kısıtlıyor, gerillalar da onları yaya olarak Sudan’a tahliye ediyorlardı. O yıllarda 1,2 milyon kişi öldü. 2,5 milyon kişi ülke içinde yerinden edildi, 400.000 mülteci ise Etiyopya’yı terk etti . Yaklaşık 200.000 çocuk yetim kaldı.
Daha sonraki yıllarda Salgado, yaptığı “İşçiler”, “Mülteciler” gibi çalışmalar ile dünyanın her yerinde delilik gibi süren saldırganlığı, baskıyı, daha çok istemeyi, fotoğraf dili ile anlattı. Ne olursa olsun Afrika kıtasına geri dönüyor ve oradaki yaşananları belgelemeye devam ediyordu. Onu iyice karanlığa gömen Ruanda’daki Hutu ve Tutsilerin birbirlerine ve halka yaptığı mezalime şahit olmaktı.
İnsana dair umudunun kaybolmasına sebep oldu. Ruhunun hastalandığını hissediyordu. Bir sosyal fotoğrafçısı ve insan yaşam şartları gözlemcisi olarak çalışmalarını sorgulamaya başlamıştı. “Korkunç bir tür olduğumuzu anlamak için bu fotoğrafları görmeyen kalmasın” diyordu.…
Susan Sontag, “Başkalarının Acısına Bakmak” kitabında “Bu fotoğraflara bakıp da acı duymamak, bu fotoğrafları görüp de irkilmemek, bu yıkıma, bu kıyıma yol açan şeyi ortadan kaldırmak için uğraş vermemek; bunlar, Woolf’a göre, ahlaktan ve vicdandan nasibini almamış bir canavarın vereceği tepkilerdir.” diyor
Savaş ve vahşetin var olma nedenselliği üzerine akıl yürütebiliyor ama vicdanlarımıza sığdıramıyoruz. Buna en yakından şahitlik eden, fotoğrafçıların da etik ve vicdani yönden sorgulanıyorlar. Bu fotoğrafların sayısı arttıkça imgelem dünyamız bunları normalleştiriyor, etkisini ve duyarlılığımızı azaltıyor mu diye tartışılıyor.
Fotoğrafçılar da “ne yaptı o sırada, nasıl fotoğraf çekebildi, mizansen mi yaratıp çekti” diye kafaları bulandıran, vicdani ve etik sorgulamalarla muhatap oluyor. Salgado’da bu haksız suçlamalardan nasibini almış bir fotoğrafçı. Oysaki o yaşamı boyunca, “İnsanoğlunun en büyük sorununun, neden inanılmaz güçlükler içinde yaşadığının, bir doğal afet yüzünden değil de, akıllara sığmaz bir “paylaşma sorunu” yüzünden olduğunu göstermek istedim.” diyor.
Sebastião Salgado
Doğduğu küçük kasaba Aimores çevresinde çocukken babası ile yaptığı uzun doğa yürüyüşleri sırasında gördüğü dağların, tepelerin ardındaki yerleri, yaşamları ve hikayeleri merak etmesi, bakış açısını oluşturan, onu dünyanın farklı coğrafyalarını keşfetmeye iten şey. Aslen ekonomi okuyor ve mimar eşi Lelia’nın işleri için aldıkları ilk fotoğraf makinesi ile başlıyor macerası.
O zaman ekonomist olarak çalıştığı Dünya Bankası’nın verdiği bir görev ile Afrika’daki imar projelerini denetlemeye gidip, yanında fotoğraflarla dönünce, gelecek vadeden ekonomi kariyerini, eşinin de desteği ile bırakıyor.
İlk büyük projesi “Diğer Amerika” ile dünyayı gezmeye kendi kıtası Güney Amerika’dan başlıyor. Eşi Lelia onun fotoğraflarını basına ve dünyaya tanıtmak için büyük emek veriyor. Ailesinden uzun süreler ayrı kalarak; dünyayı izlemenin, kimselerin bilmediği ve göremediği olayları, hikayeleri keşfetmenin peşinden koşuyor. Salgado, dünyanın gördüğü zaman başını kolaylıkla başka tarafa çeviremeyeceği, başkalarının acıları ve zorlukları üzerine gördüklerini, ışık ve gölgelerle yazan, resmini çizen biri.
Serra Pleda
Belgeselde, bu dünyada böyle yaşamların varlığının belleğimizde şok edici bir pencere daha açmasına neden olan, 1986 yılında Serra Pleda altın madeninde çektiği fotoğrafları görüyoruz. Binlerce insan, uzaktan insana değil de karıncaya ya da başka bir canlıya benziyorlar. Her seferinde sonucu kaçınılmaz ölüm olan düşme tehlikesi ile günde 50 defa inip çıkıyorlar. Bunlar köle değiller, ama zengin olma arzusunun kölesi olan farklı mesleklerden, içlerinde öğrenciler, avukatlar ve çiftçiler var. Koşmazlarsa düşecekleri yukarı doğru yapılan ölüm yarışında, taşıdıkları çuvallardan altın çıkması umudundalar. Kapitalist sistemin insanı insan olmaktan çıkardığını anlatan bir baş yapıt.
“İnsanlığın tarihi gözlerimin önünden geçti. Piramitlerin inşası… Babil Kulesi… Hazreti Süleyman’ın madenleri… Tek bir makinenin sesini bile işitemezdiniz. Duyabileceğiniz tek şey Koca bir delikteki 50.000 insanın uğultusuydu.…”
Instituto Terra
Karanlıkların en dibini görüp, ölümle yaşamın çok yakın olduğu bölgeler de bulunarak hastalanan ruhunu; doğduğu kasabada karısı ile birlikte gerçekleştirdiği “Instituto Terra” ile iyileştirmeyi başardı.
On sene içinde tamamen susuzluktan, erozyondan kuraklaşmış 600 hektarlık bir arazide 2,5 milyon ağaç ekip, binlerce su kaynağının yeniden canlanmasına ve yaban hayatının geri dönmesini sağladılar. Gördüğü yüzbinlerce ölümün arkasından doğanın içinde bir ağaç veya çakıl taşı gibi hissettiğini söylüyor. Şimdi daha çoğa sahip olmak için öldüren insanoğlu yerine ancak hayatta kalmak için yok eden, doğadaki canlılara gözünü dikip, onları belgeliyor.
Toprağın Tuzu
2014 yılında Cannes Film Festivali Ödüllü Salgado’nun yaşamını konu alan “Toprağın Tuzu” belgeselinin ünlü yönetmeni Wim Wenders, Salgado için “onun hakkında tek bir şey biliyordum insanları önemsiyordu ve bunun anlamı benim için çok büyüktü. Ne de olsa insanlar toprağın tuzudur” diyor.
Bir galeri de gördüğü fotoğraflarından çok etkilenip, “kör tuvaletçi kadın” fotoğrafını satın alır, fotoğrafını çalışma masasının üstüne koyar ve sonra fotoğrafçı ile tanışır. Belgeseli aynı zamanda arkadaşı da olan Salgado’nun oğlu Juliano Ribeiro Salgado ile birlikte çekerler…
Son söz
Her mesleğe her toplumsal role ilk çağlardan bir karşılık bulmaya çalışsaydık, fotoğrafçı muhtemelen avcı olurdu.
Fotoğrafçının en temel görevi belgelemek, o anda bu fotoğrafın ne sonuç, etki ve tepki getireceğini sorgulamaz. O “anı”, orada yaşananı bir görsel ile dondurabilir mi? O an ne kadar etkili bir andır, o sonra anlaşılacaktır, onu tarihin görsel belleğine kazıyacak mı sonra belli olacaktır. Susan Sontag “Kalpsizlik ve hafıza kaybı, nedense hep el ele yürümüştür.” diyor aynı kitabında. Fotoğrafçı, hafızadan silinmemesi gereken anların peşindeki bir avcı.
Hazırlayan: Zeynep Can (zeynepcan3@gmail.com)