Yzn: Cem Kıvırcık
Instagram/Facebook/Twitter: @cemkivircik
Birkaç yıl kadar önce Doğu Anadolu topraklarına yaptığım bir fotoğraf gezisinde tanıştım Alp Alper ile… Enerjisi ile dikkat çekiyordu. Fotoğraf tutkusu daha makineyi tutuşundan belli olan bir insandı. Daha sonra arkadaşlığımız ilerledi ve hikayesini öğrenme fırsatı buldum. İçindeki fotoğraf aşkı uğruna ne fedakarlıklar yapmıştı, ne fedakarlıklar… Sonra bir gün İstanbul’da fotoğrafçılığın merkezi olan Sirkeci’de söyledik kahveleri ve “Anlat…” dedim.
Bir fotoğraf laboratuvarı İstanbul
“Ankara’da doğdum ve yetiştim…” diyerek başladı sözlerine ve devam etti: “İçimde hep bir Istanbul özlemi vardı ama… Lise yıllarında okul arkadaşlarımdan biri bizim kuşağın rüya fotoğraf makinesi olan Rus malı Zenit’lerden birine sahipti ve okulda hatıra fotoğrafları çekiyordu. Babasının fotoğraf stüdyosu vardı. Daha sonra bu fotoğrafları karta bastırarak, okulda satıyor, harçlığını çıkartıyordu. Benim çok meraklı olduğumu görünce okulu kırdığı günlerde fotoğraf makinesini bana veriyor, ben de onun yerine çekimleri yapıyor, paraları topluyordum. Dedim ya içimde hep İstanbul özlemi var. Henüz altı yaşlarındayken gördüğüm bu kente resmen aşık olmuşum anlayın… Lise, üniversite bitti. Üzerine askerlik de tamamlandıktan sonra İstanbul’u düşlemeye devam ederken, hayatımın merkezi olan annemi kaybettim. İşte o anda tam anlamıyla Ankara ile bağlarım koptu. Yeni hayatıma İstanbul’da başlayacak ve yolculuğa burada devam edecektim. Çantamı topladım ve İstanbul’a geldim. Elimde çanta Haydarpaşa Garı’nda tıpkı film sahnelerinde olduğu gibi etrafıma bakındım. İstanbul’da hiçbir kimsem yok. Ne bir akraba, ne de bir tanıdık… Anadolu yakasında dolaşmaya başladım, Kadıköy, Moda derken Yeldeğirmeni’de kiralık bir yer buldum.”
– “Fotoğraflar ilişki nasıl bu arada?”
– “İstanbul’da hayat mücadelesi başlamıştı. Bir yandan iş arıyordum, öbür yandan da tutunmaya çalışıyordum ama fotoğraf aşkımın önünde hiçbir engel yoktu. O dönem, fotoğraf konusunda kendimi geliştirmek için İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği İFSAK’a gittim ve ders almaya başladım. İzzet Keribar hocamdı ve dergilerde fotoğraflarını gördüğünüz bir usta ile tanışmak ve ondan ders almak motivasyonumu arttırdı. Her zaman söylerim, İstanbul kocaman bir fotoğraf stüdyosu, dev bir laboratuvar. İstanbul’da elinizde fotoğraf makinesi ile gezerken fotoğraf çekmemek mümkün değil. Benim daha Ankara’dayken düşlerime giren İstanbul, hani o Ara Güler’in ve diğer fotoğraf ustalarının fotoğraflarından gördüğüm İstanbul, tam da düşündüğüm gibiydi ve ben de deli gibi fotoğraf çekiyordum. Her ne kadar o ustaların zamanındaki dokuyu ve insan profilini bulamasak da onların izlerinin üzerinden yürümek çok güzeldi. Aslında o dönemde İngiltere’ye gitmek ve orada eğitimime devam ederek, master ve doktora yapmak gibi bir düşünce de oluşmuştu ama kendimi bir anda Türk Hava Yolları’nda buldum…”
Bir tutku daha: Uçmak…
– “Bu hangi yıl gerçekleşti?”
– “Çoook eski… 1990’da imtihana girdik ve 1991 yılında da üç aylığına girdiğim şirkette 25 yılı devirdim. Tabii hayata sıfırdan başladığım gibi şirkette de çalışmaya sıfırdan başlamıştım. Önce yolcu hizmetleri, daha sonra da bilet satış bölümlerinde çalıştıktan sonra, ‘Dispatch Office’ sınavlarına katıldım ve kazanarak bu bölüme geçtim. Bu bölümde yapılan iş kaptan pilotlarla birlikte kokpitte uçmak ve uygun uçuş rotalarını hazırlamak. Her ay 40 saat farklı rotalarda uçarak, bu rotalarda bir sorun olup olmadığını kontrol ediyorum, aksaklıklar varsa düzeltiyordum. Artık bir ‘uçuş uzmanı’ olmuştum. Tabii ayda 40 saat gökyüzünde olunca yukarıdan gördüğüm manzara benim fotoğrafçı gözümü okşamaya başladı. Yolcular uçarken, ya sağ taraflarını görüyorlar, ya da sol taraflarını… O da pencere kenarında oturuyorlarsa… Ve tabii o pencereden de ne kadarlık bir alan görebiliyorlarsa. Oysa ben kokpitte, hem önümü, hem sağımı, hem de solumu görüyordum. İnanılmaz bir etki yarattı bu manzara bende… Özellikle alçalmaya başlandığında yukarıdan dünyanın birbirinden güzel kentlerini görmek, mekanlara kimsenin görmediği açılardan bakmak bende bir tutku haline geldi. Aylık rotaları artık görmek istediğim noktalara göre ayarlamaya başladım.”
– “İstanbul tutkusuna ne oldu?”
– “O tutku bitmez ama yepyeni bir şeyle karşılaşmıştım ve havadan fotoğraf çekme konusu zihnimi meşgul ediyordu. Yann Arthus Bertrand’ın fotoğraflarını gördüğümde ben de Türkiye’de böyle fotoğraflar çekmeye karar verdim. Ancak dünyanın en ünlü hava fotoğrafçısı olan Yann Arthus Bertrand’ın arkasında UNESCO, Fransa Turizm Bakanlığı ve birçok sponsor vardı. Kitapları binlerce satıyordu, dergiler onun fotoğraflarını yayınlamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Kararlıydım, yapacaktım. Projeyi oluştururken birçok kişi ile tanıştım, konuştum. Mimar, arkeolog, tarihçi, yazar derken bir anda kırk kişilik bir grup oluştu. 1999 yılında işe Türkiye’yi yedi bölgeye bölerek başladık. Oluşturduğumuz grubu da yedi bölgeye böldük ve çalışma planını uygulamaya koyduk. Önce yerden tarama yaptık. Yaklaşık bir yıl boyunca bu çalışma sürdü, bir envanter oluşturduk. Mesela Van’da şu kale var mı diyorduk? O kaleyi yerden buluyor, inceliyor, sonra GPS koordinatlarını oluşturuyorduk. Sonra yapacağımız uçuşlarda bu verilere ihtiyaç duyacaktık çünkü… Bazen kilise olarak gözüken bir yerde sadece birkaç tuğla görüyorduk. Birkaç tuğla görünen yerin hemen arkasında da kocaman bir kiliseyle karşılaşıyorduk. Tarihi, kültürel varlıklarımız, doğal kaynaklarımız, göller, nehirler, dağlar derken bir yılın sonunda nerelere uçacağımız ve nelerin fotoğrafını çekeceğimize ilişkin müthiş bir veri tabanı oluşmuştu.”
Proje uğruna satılan ev ve araba
– “İlk uçuş… Nasıl ve ne zaman?”
– “Bir Cessna 172 ile Ankara’dan… Tıpkı hayata ve İstanbul yolculuğuna başladığım gibi. Önce Ege, daha sonraki yıl Akdeniz, bir yıl sonra Doğu Anadolu, Karadeniz İç Anadolu derken bir baktım ki, aradan tam 6,5 yıl geçmiş. Bir yandan da Türk Hava Yolları’nda Atina’da istasyon müdürü olarak görev yapıyorum o günlerde… Senelik izinlerimi yalnızca bu projede uçmak için kullanıyorum. Tabii bunca yıl boyunca bir destek, bir sponsor olmadan yürütülen bu proje için yalnızca zamanımı değil, paramı da harcıyorum. Birinci yılın sonunda param tükendi. Sonraki yıllarda elimde çekmiş olduğum fotoğraflarla kapı kapı dolaşıp sponsor aradım. Birçok şirketin kapısını çaldım. Ama yanıt hep aynı oluyordu. Çok güzel proje olduğunu söylüyorlar, ama o yıl bütçelerinin kalmadığını söyleyerek bizi bir biçimde savuşturuyorlardı. Bazen de ‘biz sizi ararız’ diyorlardı ama ne arayan oluyordu, ne de soran… Ancak, hiçbir şey bu projeyi gerçekleştirme direncimi kıramazdı. İnançlı ve kararlıydım… Üçüncü yıla geldiğimizde birikmiş birkaç kuruşum da tükenmiş, maaşımın önemli bir bölümü ile uçuşların ve ekibin masraflarını ödemeye çalışıyordum. Şöyle ki, proje sırasında ekibin kaldığı otel, yeme, içme tüm masraflar da benim cebimden çıkıyordu. Proje benimdi ve zaten insanlara da herkes kendi masrafını kendi ödesin demem de söz konusu olamazdı. Vazgeçebilecek noktayı çoktan geçmiştim, projenin ortasındaydım… Tam da bu noktada Çengelköy’deki kooperatif evimi sattım. Evin parasıyla proje iki yıl kadar daha yürüdü… Ama projenin bitmesine yakın para yine tükendi. O sıralar Atina’da görev yaparken satın aldığım ve daha Türkiye’de olmayan Fiat marka bir otomobilim daha vardı. Onu da sattım…”
– “İlk kitap nasıl çıktı peki?”
– “Şükür proje bitti ve Fethiye Ölü Deniz’de tatildeyim. Tabii uçmak tutku ya bünyede… Milli takımda yer alan arkadaşlarla paragliding yapıyoruz. Çıkış parkuru kalabalıktı. Ben de yan parkurdan koşarak havalanmak istedim. Ama şans bu ya, ayağımdaki bota bir demir parçası çaptı ve bu ayağımda bir iç kanamaya neden oldu. Ayağımdaki acıyı hissediyorum ama uçmanın verdiği zevkle neredeyse bu acıyı hissetmiyorum anla yani… Yere indiğimizde ayağımı bottan çıkartamadım resmen… Üzerine basamıyordum. Küçük bir sağlık ocağına gittik. Orada da elinde telefonla oynayan bir hemşire bir pamukla tentürdiyot sürdü, geçmiş olsun deyip bizi uğurladı. O gece ağrıdan uyuyamayınca ertesi gün beni Dalaman’a, oradan da Atina’ya yetiştirdiler. İstanbul’dan aktarma yaparken de hayatımda ilk defa tekerlekli sandalyeye bindim. Atina’da görev yaptığım için orada bir çevrem var ve cerrah olan Yunanlı bir doktor arkadaşım acilen kendisini görmemi istedi. İlk muayene sonrası, ayağım kangrene dönmekte olduğu teşhisi kondu. Hemen operasyon yapıldı, iki gün hastanede kaldıktan sonra taburcu oldum. Ayağım havada evde oturuyorum. Kapı çaldı… Benim ilk kitabımın yayıncısı olan Niko kapıda… Kitabımın metinlerini yazan ve Türkiye’yi de çok iyi bilen dostum Akilas, projemden Niko’ya söz etmiş. O da kitabı yayınlamak istediğini söyledi. Öyle küçük bir broşür filan istemem ‘coffee table’ boyutlarında bir kitap olacak dedim, şartlarımı sıraladım. Hiç itiraz etmeden hepsini kabul etti. Ben o moral, o gazla bir çırpıda iyileştim. O sırada raporlu olduğum için bir ay boyunca kitabın çalışmalarını yaptık. Fotoğraflar seçildi, Akilas yazıları yazdı, sayfa tasarımları vs… Baskıya gireceğimiz son hafta beni arabasıyla aldırdı ve Turizm Bakanlığı’na gittik. Ben herhalde bandrol filan alacağız diye düşünüyorum. Bir de baktım ki, Yunan Turizm Bakanı’nın huzurundayız, bizi bekliyor. Maketi bakana sunduk, kahvelerimizi içerken geleneksel Türk kahvesi mi, Yunan kahvesi mi tartışmasını yaptık. Bakan kitabı beğendiğini söyledi ve bizim için ne yapabileceğini sordu. Niko, kendisinden bu kitaba bir önsöz yazmasını istedi. Kitabı inceleyen bakan, bunun kendisi için bir onur olacağını söyledi. Doğrusu Türkiye ile ilgili bir kitaba Türkiye’de kimse ilgi göstermez ve destek olmazken Yunanlı bir bakanın bu davranışı beni çok etkiledi ve düşündürdü. Üstelik ben o günlerde ülkemizin Kültür ve Turizm Bakanı’na ulaşamazken… Ve Dimitris Avramopulos kitabımın önsözünü yazdı ve kitabın lansmanına da konuk olarak katıldı.”
Bakanın kökleri Kapadokya’da
– “Bir Türk fotoğrafçısı ve Türkiye ile ilgili bir kitap… Nedir bu ilginin nedeni acaba?”
– “Ben de çok merak ettim ve kokteyl sırasında bakana yaklaşıp sordum. Bakanın yüzüne bir gülümseme yayıldı ve dedi ki, ‘Senin kitabında Kapadokya’da da çekilmiş fotoğraflar var ve benim köklerim oradan geliyor. Biz iki ayrı millet de olsak, ortak bir geçmişe ve kültüre sahibiz. Bir de, senin kadar olmasa da ben de fotoğraf çekiyorum. Bu ikisi bir araya gelince bu projeyi desteklememek olmazdı. Ben de önsözü yazarak bu kitabın bir parçası olmak istedim.’ Yunanca ve 2000 adet basılan kitap, altı ay gibi bir süre içinde tükendi. Benim de Atina’dan İstanbul’a tayinim çıktı ve daha sonra aynı kitabın İngilizce’si basıldı ve ben de Türkiye’de olduğum için dağıtımını denetleyebildim. TV’de röportajlar, dergilerde yazılar filan… Yine bir gün NTV’de canlı yayına çıkıyorum. Aileye haber verdim izleyin diye… Bir sabah programı ve şarkıcı Yaşar da konuk. Hikayemi anlattım. Hatta Yaşar da ilgiyle dinledi. Yayın bitti. 45 dakika kadar sonra telefonum çaldı. Arayan babam… Birkaç yıldır aramız soğuk. Ben de TV’de beni izlediği için gurur duyduğunu filan söyleyecek sanıyorum. Aynen şöyle dedi: ‘Lan geri zekalı evi mi sattın?’ Her neyse kitap yayınlanmıştı ama Yunanlı yayıncı bana söz verdiği telif ücreti olan 50 bin Euro’yu ödememişti. Yani kazıklanmıştım.”
– “Uçuşlar hep Cessna 172 ile mi gerçekleşti?”
– “2002-2003 yılları arasında, yani projenin üçüncü yılından sonra Cessna’nın yanı sıra microlight hava aracıyla da uçmaya başlamıştım. Samsun’da, Bursa’da, Tekirdağ’da ve sanırım Alaçatı’da vardı bunlardan… Bazı bölgelerde çok kullanışlıydı ama türbülansa dayanıksız olması nedeniyle az da tehlike atlatmadık. Ölü Deniz’deki uçuşlarda paramotorlarla tanıştım. Sonra helikopter devreye girdi. Özellikle İstanbul ve yakın çevresini fotoğraflarken helikopter kiralıyorduk. Sabiha Gökçen’de iki adet ambulans helikopteri olan Mustafa Ağabey ile tanıştık. Kendisi Atina’ya da geliyordu. Rus helikopterleri bunlar… İstanbul, İzmir ve Antalya’da birer helikopteri var. İstediğini seç ve uç dedi bana sağ olsun… Tüm bu hava araçlarıyla uçup ilk kitaplarda eksik olduğunu düşündüğüm bölümleri de tamamlayarak Dreamscape Turkey kitabını hazırladım. Yayıncıya borçlandım. Türkiye Ekonomi Bankası (TEB) 500 kitabı satın alarak bana kısmi bir destek verdi. Sonra Dört Mevsim İstanbul kitabının hazırlıklarına başladım. Kitapta her mevsimi Sunay Akın ve Mario Levi gibi yazarlar anlatıyor. Bu kitabı hazırlarken yalnızca helikopterle uçtum. Çünkü başka bir hava aracıyla İstanbul üzerinde uçuşa izin verilmiyor. Sağ olsun bu projede de Ali Sülyak bana çok destek oldu. Helikopterin müsait olduğu zamanlara kullanmamıza izin verdi sağ olsun. Son kitabım Gökyüzünden Türkiye’yi hazırlarken bu projenin son birkaç yılında da Mustafa Ağabey ile birlikte gyrocopter ile uçtuk. Dördüncü kitabımı da tamamladım ve iki yıldır da bu kitabım için de sponsor arayışındayım.”
Benim çektiklerimde ruh var
– “Peki senin çektiklerinle, drone çekimleri arasında ne fark var?
– “Drone sadece bir makine… İstenirse uydu sayesinde de fotoğraf çekilebilir. Benim farkım yüreğim ve aklımı koymam. Havada uçan bir cisme aşağıdan talimat göndererek fotoğraf çekmek yerine, ben yukarıda görerek ve ruhumun süzgecinden de geçirerek fotoğraflıyorum. Benim yaptığımda ruh var diyorum, öbür türlü çok mekanik oluyor. Bir de benim için çok önemli olan iki tutkumu da, yani hem uçmayı, hem de fotoğraf çekmeyi aynı anda gerçekleştirmek elbette.
– “Ne tür fotoğraf ekipmanlar, hangi lensleri kullanıyorsun?
– “Genellikle iki gövdede 24-70 mm ve 70-200 mm lensleri kullanıyorum havadayken. Genelde 24-70’le çekiyorum ama bazı noktalarda alçalabilme imkanı olmadığı için 70-200’le zum yapmak zorunda kalıyorum.”
– “Teknik olarak havadan fotoğraf çekerken dikkat ettiğin noktalar neler?”
– “Öncelikle havada çok hissedilmese de yer hızı çok fazla olduğu için 500 enstantanenin altına düşmemek gerekiyor. Projeye başladığım ilk yıl çok acemi olduğum için çektiğim fotoğrafların yarısından fazlası flu çıktı. Bir de o zamanlar dijital yok, analog makine ile film kullanıyoruz. Tabii renk kalitesi ve doygunluğu çok iyi olduğu için 50 ASA Velvia’yı tercih ediyoruz. Ama filmin ASA değeri düşük olunca enstantaneyi yükseltmek kolay olmadı ve fotoğraflarımın çoğu da hızdan ötürü flu çıktı. Daha sonra 200 ASA’nın altına düşmemeye karar verdik. Özellikle sabah ve akşam ışıklarında buna dikkat etmek gerekiyordu.”
– “Türkiye’yi birçok insanın görmediği bir noktadan baktın. Seni en çok nereleri etkiledi?”
– “Türkiye’nin her yeri çok güzel ama beni en çok etkileyen an Alaçatı’da turkuaz renkli suların o koyu lacivert sulara kavuştuğu anda sörf yapanların oluşturduğu o manzaraydı. Bir de Van Gölü üzerinde uçarken Nemrut krater gölünün manzarasını unutamam… Yine Ege’de Bodrum’dan aşağı uçarken Selimiye’ye doğru o irili ufaklı, dantel gibi koylarda demirlemiş tekneler. Elbette Dalyan ve Kapadokya’yı söylemeden geçemeyeceğim.”
Alp’i uğurlarken sormadan edemiyorum: “Beşinci kitabı düşünüyor musun?”… Önce “Tövbe!..” diyor ama çok inandırıcı gelmiyor bana. Gözlerinde o tutkunun ışığını görmemek mümkün değil zira.
Yorum Yap