Parıltıdan Hüzne, Güneşten Yağmura: Glam Metal vs Grunge

Ringin bir tarafında 80’lerin uzun perma saçlı, makyajlı, dar, deri pantolonlu androjen rock starlarıyla hair rock! Ringin diğer tarafında ise abartılı makyajların ve göz boyayan sahne şovlarının ötesinde derin bir anlam ihtiyacı arayan umutsuz, yabancılaşmış anti rock starlarıyla Grunge!
 

Glam Metal: Los Angeles-Sunset Strip”ten Kadıköy Akmar”a Bitemeyen Parti…
80’ler Glam Metal müziği, kendinden önceki müzik janrlarının modern bir harman haline gelmiş durumuydu bana sorarsanız. Blues, rock’n roll, klasik rock gibi tarzları içinde barındıran ve müzisyenliğin, virtüözlüğün prim yaptığı, parti tadında, zevkli ve adı üstünde Rock’n Roll bir müzikti. ’90’larda ise işin yüzü biraz daha değişti. LA”in her daim güneşli havasının yerini Seattle”ın çok bulutlu ve yağışlı gri gökyüzü alıverdi.

80″lerde LA”de onlar yaşarken, biz 90″ların başında Kadıköy”de neler hissettik… Biraz Glam vs Grunge, biraz Kadıköy vs Sunset Strip. Zaman makinemiz yok belki ama hayallerimiz ve hatıralarımız baki. O günlere, iyi müziğe…
 


 
İstanbul-Kadıköy; 90″lı yılların başları…
80″lerin sonu, 90″ların başında Rock endüstrisinde gerçekleşen büyük Seattle devriminin etkileri henüz hissedilir olmamıştı İstanbul sokaklarında. Seattle”ın yağmurlu çocuklarının ortaya çıkarttığı Grunge ve akabinde “alternative rock” hegemonyasının bizleri de sarmasına sadece birkaç sene kalmıştı. Ama metalciler ve acid”çiler şeklinde ayrılmış zamanının müzik dinleyen güruhunun içindeki küçük alt grupları keşfetmemiz de geç olmamıştı. Metalciler grubunun içinde yer alan alt kümelerden biri de hard rock’çılardı Kadıköy civarlarında. Metal ve türevlerinden çok, akrobatik gitaristlerin yer aldığı ve gitar sololarının ön planda olduğu grupları dinleyen, uzun saçlı, dar yırtık kot pantolonlu, beyaz Reebok Pump, bilekli Adidas ayakkabılı ve deri ceketli bu güruh, benim de dinlemekten zevk aldığım müzikleri dinliyor, aralarında bitmek tükenmek bilmeyen gitar ve gitarist sohbetlerinden bir türlü vazgeçmiyorlardı. İlkokuldan ortaokula geçtiğimiz yıllardaki kimlik arayışımıza kattığımız müzikle tanışmamız için RATT, MSG, Skid Row, Poison, White Lion gibi grupların kasetlerine ulaşmamız gerekiyordu. Walkman”lerimizde konumlandırdığımız tiz sesli, perma saçlı adamlar hala “Lovin” You is a Dirty Job” diye bağırıyorlar, çoğunlukla partiyi bozan okulun popüler sarışınına, yazlık aşkları kısa zamanda nasıl unuttuklarını anlatıyor, içimize iflah olmaz (halen daha olmamış) party mode”un da tohumlarını atıyorlardı. Hard’n Heavy sözünü de ilk o sırada duymuş, Akmar Pasajı”nın bu afilli delikanlılardan birinin elime kendi kasetçalarında benim için çoğalttığı 60’lık kasedi tutuşturup “Bu gitaristleri iyi dinle, bu gruplar Amerika’da patlamalar yapıyor” demesiyle hayatımda elime geçen ilk “karışık kaset” ile de tanışmış olmuştum.

 
O kasette hatırladıklarım: Mötley Crue-Girls Girls Girls, RATT-Heads I Win & Tails You Lose, Poison-Fallen Angel, Winger-Can”t Get Enuff ve daha nicesi… Okulun afilli rock”çı tayfası daha çok Rage Against The Machine, Pantera, Slayer tarafına kaymışken; yalnız olmadığımı, benim gibi parti kafasına girişmiş yan sokak çocuklarının da aslında her yerde olduğunu görüyordum. öte yandan neyse ki bu scene”nin en popüler güzelleri de bizim taraftaydı.

Akmar”ın rıhtım çıkışı, Kadıköy sahildeki Hasır, şimdinin Shaft Bar”ının karşısında o zamanlar “in” olan bir gitar okulunun kantini, LA”den çıkan bu renkli adamların müziklerinin, karışık kasetlerde el değiştirdiği, İstanbul-Kadıköy”de bir takım hayatların kökten değiştiği mekanlardı. Şimdilerin üniversite hazırlık ders kitaplarının satıldığı, test olmaya odaklı günümüz gençlerine a şıkkı, b şıkkı gibi tuğla büyüklüğünde kitap demeye dilimin varmadığı acayip eserler satılan dükkanların yerinde o zamanların en rock”n roll mekanları olduğunu bilmem kaç kişi hatırlar. Hemen yan pasajda konumlanmış Whisky Rock Store”da ise memleketin en rock”n roll adamlarından birisi olan Alpay Şalt gizli mabedinde Glam Metal bayrağını göndere çekmiş, hepimize örnek hareketlerde bulunuyordu. Bugün FireHouse, Warrant, Tesla, MSG dinliyorsak kendisine sonsuz teşekkürlerimiz de borcumuzdur.
Bizde hal böyleyken tutkunu olduğumuz müziğin hayata geçtiği dönem ve mekanlar kim bilir ne hallerdeydi? Zaman makinesi icat edilememiş olabilir ama hayallerimiz baki ve 80″ler Los Angeles sokaklarına gitmek istiyorsanız doğru yerdesiniz…
 


 
Los Angeles- California; 1980″lerin ikinci yarısı… (Soundtrack: Danger Danger-Rock America; FireHouse Rock on Radio; Warrant-Sweet Cherry Pie)
İnternetin henüz akıllara bile gelmediği; müzik, özellikle de rock müzik üzerine bir medyanın ülkemizde hazine değerinde olduğu yıllardayız. Diyeceksiniz ki “1980”lerde LA”de doğmuş bir müzikle ilgili Kadıköy”ün 90″lar halini kaleme almışsın”… Evet; dünyanın, o zamanlar şimdiki kadar hızlı dönmediğinden midir nedir bilinmez; oralarda olan biten, en az 3-4 yıl rötarlı şekilde geliyordu 26-45 doğu meridyenleri, 36-42 Kuzey paralelleri arasına… Her neyse, glam metal ve LA”den bahsediyorduk… Eğer ki bu müziğe aklınızı, fikrinizi, gönlünüzü kaptırmışsanız bilmeniz gereken ilk zincirleme isim tamlaması şu: LA Sunset Strip. Coğrafya dersinden hepimizin son derece daraldığı bir gerçek. Ama inanın coğrafya sınıflarında Sunset Boulevard gezisi olsa bundan kimsenin şikayeti olmazdı. Zira “Amerikan Rüyası” kavramının ciddi şekilde gerçekçi vaatler içerdiği, doğuda Los Angeles şehir merkezinden batıda okyanusa kadar uzanan, bitmek tükenmek bilmez bir parti mekanı olan bu yaklaşık 100 km”lik yolun, en ikonik ve bizleri de konumuzdan dolayı ilgilendiren kısmı Sunset Strip adı verilen, Hollywood-Beverly Hills arasında yer alan 2.5 km”lik bölümü. Koskoca bir endüstrinin merkezi olmayı başarmış bu parkur, 1980″li yıllarda Rock”n Roll teriminin coğrafi karşılığı niteliğindeydi.

 
Amerika”nın bir çok hit çıkartmayı başarmış albümlerinin kaydedildiği stüdyoların dizildiği, kliplerin çekildiği, müthiş müzisyenlerin haftanın yedi gecesi sahne aldığı, groupie kızların en meşhurlarından, en acaip after party”lerin döndüğü underground mekanlara kadar hemen her türlü detay işte bu Strip adı verilen güzergahta sıralanmıştı. Peki her şey bu kadar iyiymiş gibi görünürken ne oldu da Strip bir anda 90″ların başında “out” oluverdi? Bu mevzuyla ilgili bir çok şehir efsanesi duymuş olabilirsiniz. Ama inanın Strip”te geçireceğiniz üç dört akşam ve oranın yaşayanlarıyla yapacağınız günlük konuşmalardan sonra, şehir efsanelerinin bile aslında gerçekleri yansıtamadığını anlıyorsunuz. 70″lerin sonlarında Glam Rock ile başlayan partinin, 80″lerde hair rock ve glam metal olarak evrildiğinde nasıl kontrolden çıktığını; uyuşturucunun ve 80″ler konservatif Amerika”sının hiçbir şekilde kabul edemeyeceği bir takım ahlaki çöküşlerin nasıl günlük rutinmiş gibi algılandığını yazmakla değil, dinlemekle ve o günlerin fotoğraflarını görmekle algılamak mümkün. Parti, Rock”n Roll”u, Rock”n Roll da sözleri ve imajıyla bitmeyen partiyi besliyor, ortalık gitgide karışıyor ve özellikle 80″ler Amerika”sında gözler gereğinden fazlasıyla Strip”e çevrilmeye başlıyordu.
 

 
Konser mekanları “Pay to Play” adını verdikleri, sahne alan gruplardan sahne kirası istemeye başladığında, plak şirketleri artık değişimin şart olduğunu da fark edeceklerdi. Yetenek avcıları Amerika”nın dört bir yanında yenilik arıyorlardı ve bir gün Geffen Records”ın sigara dumanlı ofisinin telefonu durmaksızın çaldığında, aslında bu janrın da ipi çekilmeye başlıyordu. Seattle”lı hüzünlü çocukların müziklerinin aslında tüm dünyada pazarlanabilir olduğunun konuşulması, imaj yapmamış anti hero ama karizmatik karakterlerin Seattle”da bambaşka bir dünya görüşüyle kendi scene”lerini yaratmış olduğu plak şirketlerinin kapalı kapıları ardında dile gelmeye başladığında, Strip”teki partinin ışıkları, cıvıltısı ve kaosu; yerini hüzüne, melankoliye ve kaybetmişlik duygusuna bırakacaktı. Peki bu parti biter miydi? Sorunun cevabı partiyi başlatanlarda gizli: “Rock”n Roll Ain”t Noise Pollution, Rock”n Roll Ain”t Gonna Die!”

Hüzün Yüzlü, Bulutlu çocuklar: Grunge
80’li yıllardaki güneşli, parıltılı dünyaya Cem ile beraber yaptığınız yolculuktan sonra “göz yaşlarımızı bitti mi sandın?” diyerek 90’lara götürmeye geldim sizi…

 
Ah o 80’ler, kapitalizmin ve tüketimin en şiddetli şekillerde pompalandığı ve 70″li yılların “sevgi, barış, özgürlük, eşitlik” gibi kavramlarının demode olduğu 80’ler… Rock müziğin protest, felsefi yanı biraz sönmüş, parti ve eğlence temalı sözler tavan yapmış, uzun perma saçlı, makyajlı, dar, deri pantolonlu starlardan kurulu Cindirella, Poison, Bon Jovi, Def Leppard, Whitesnake, Skid Row gibi gruplar, gençlerin gözdesi olmuştu. 1980’lerin glam metalcileri de glam rockçılar gibi makyaj yapıyor, kadınsı görünüyor, pırıl pırıl parlıyorlardı. Ancak bu androjen görüntüye rağmen, eski glam’cilere göre tavırları çok erkeksi ve maço idi. Bazı eleştirmenlere göre, glam metal/hair rock’ta cinsiyet ayrımına, ötekileştirmeye, tek tipleşmeye karşı çıkan protest bir tavırdan çok, işin sadece şov kısmı, “makyaj” kısmı kalmıştı… Bazılarına göre de bol içki, eğlence, seks, uyuşturucu ve rock’n roll döngüsü, her ne kadar tüketim kültürüne meze de olsa, konzervatif algılara meydan okuduğu için, yine de içi boş olarak nitelendirilemezdi.
 

 
Ama 90″lı yıllara gelindiğinde, artık bu parlak dünyanın, abartılı makyajların ve göz boyayan sahne şovlarının altında büyük bir boşluk gören, derin bir anlam ihtiyacı duyan umutsuz, yabancılaşmış, apolitik bir kuşak doğuyordu. Savaş görmüş, kıtlık görmüş, baskı ve çile çekmiş önceki nesillerin ağırlığı vardı omuzlarında, çünkü 80″li yılların iki yüzlü neşesi daha fazla kandıramıyordu onları. Gettoların arasında işsizlik ve yoksulluk kısır döngüsünden çıkamayan, sistemin istedikleri gibi yaşamalarına izin vermediği, tüketmedikleri taktirde mütemadiyen ezilen bir gençlik… “Haydi mutlu olmak için tüketin” diye bağıran reklamlara rağmen, hiçbir şey değişmiyordu; insanlar mutsuz, yalnız ve boşluktaydılar. Bu boşluk hiçbir tüketim maddesiyle de kapatılacak gibi değildi…

İşte o noktada, grunge akımı etrafı sarmaya başladı… Lideri ise, tam da onlardan biri olan, kılık kıyafete, star kavramına önem vermeyen, gitarda akrobatik hareketler yerine üç akorla lirik şahaneler yaratan, büyük sahne şovları, ışık gösterileri gibi ekstraları boş veren, küskün, kırgın, ama bir yandan da öfkeli bir gençti. Kurt Cobain tam da aranılan liderdi…

 
Melodilerindeki sadelik, sözlerindeki duygusallık, Cobain”in zaman zaman masum bir meleğe, zaman zaman da yıkıcı bir şeytana dönüşen iç parçalayıcı sesi, anti kahramanlar çağını başlatıyordu. 80’lerin parlak kahramanlarının aksine, yüzüne sis çökmüş bir yabanıl melek… Ağzını sıkı sıkı kelepçeleyen, suskunluğun içine düştükçe düşen… Hep bir sis bulutunun ardından bakan, gerçekliğe arada bir uğrayan bir düş kahramanı… Başka diyarlardan gelen sessiz bir hayalet… Dokunmaya kalktığında uçup gidecek bir toz bulutu…. 90’lı yıllarda Seattle’dan çıkıp zayıf, çelimsiz, imaj kaçkını haliyle dünya müziğini değiştirip endüstriyi alt üst etmeyi başarmış bir güzel adam…
 

 
Seattle ve grunge denildiği zaman akla ilk gelen mahşerin dört atlısı Nirvana, Pearl Jam, Soundgarden, Alice in Chains… 90″lı yılların kayıp kuşağının bu isteksiz kahramanları, 80″lerde iyice patlayan püpüler kültüre ve hastalıklı tüketim alışkanlıklarına karşı olan tüm söylemlerine ve duruşlarına rağmen, medya ve popüler kültürün baş tacı olmaktan kurtulamadılar. Grunge akımı, para kazanmayı,mevki sahibi olmayı her şeyin üstünde görenlere, içi boş imajlara, marka bağımlılığına, insani değerler yerine maddi değerlerin ön plana çıktığı anlayışa karşı duran bir felsefeye sahipti. Ama zaman geçtikçe, Nirvana ve benzeri gruplar ana akım müzik piyasasının yeni ikonları ve oyuncağı haline geldikçe, grunge da felsefi bir akım olmaktan ziyade yeni bir gençlik modası haline geldi. Tüketim kültürü yine yapacağını yapmıştı. Kendisine karşı çıkan, sistemin sürekliliğini kırmaya çalışan her türlü oluşumu, kendi parçası haline getiren ve böylece de sivri yanlarını törpüleyen sistem, grunge akımına da pençesi altına almıştı. Artık moda dergilerinde, nasıl grunge görünülür tarzı yazılar çıkıyor, insanların başta protest bir tavırla yırttıkları kotları, kirli postalları, lüks mağazaların vitrinlerine yerleşiyordu.

 
Kendini topluma ait hissetmeyen, toplumun dayattığı her türlü iki yüzlü kuralı ve değeri al aşağı etmeyi arzulayan Kurt Cobain”in bir anda magazin kültünün bir parçası haline gelmesi, Courtney Love’la olan ilişkisinden, bebeklerinin doğumuna kadar her şeyin haber olması, Cobain’i yavaş yavaş tüketiyordu. Onun, bu ani ve hastalıklı ilgiyi hazmedememesi, ne yazık ki o malum sonucu doğuracaktı. Belki son bir gol atmaktı Cobain”in amacı. “Sen beni kendine köle ettin sanıyorsun ama ben kendime son vererek buna razı olmuyorum” demek istemişti belki de sisteme… Ama sistem çok güçlüydü. Cobain”in ölümünden de milyonlarca dolar kazanarak son golü yine müzik endüstrisi atacaktı. Canavar, Kurt ne yaparsan yapsın, canlı kalmayı sürdürecekti. 2002 yılında ise uyuşturucudan kaybettiğimiz bir diğer isimse Alice in Chains’den Layne Staley oldu… Kurt ve Layne uyuşturucuları çıkaramadılar hayatlarından. Ama onlar, hayattan Kurt’ü, Layne’i ve nicelerini çıkardılar. Müzik ise hayatın ötesindeydi ve onları müzikten çıkarmaya kimsenin gücü yetemezdi.
 

 
Glam metal ve grunge… Her ne kadar zıt kutuplar gibi gözükseler de ortak bir yanları vardı. Onlarınki gibi kuvvetli bir rock devrimi bir daha asla yaşanmadı… Şu anda dinlediğimiz gruplar da hep 80’ler ve 90’lar izlerini taşıyorlar. Ne glam’in yarattığı eğlence sarsıntısı, ne grunge’ın hüzünlü sancısının yerini hiçbir şey tutmuyor. Rock müzik yeni bir şok dalgası bekliyor.

 

Exit mobile version