Sanat tarihi boyunca barış kavramı sayısız kez ifade buldu; ama 1969’da Montreal’de bir otel odasında çekilen fotoğraf, barışı hiç olmadığı kadar gündelik, samimi ve çarpıcı kıldı. Yoko Ono, sanatını hayatın içine yerleştirirken fotoğraf, bu sanatın kalıcı dili oldu.
Barış kavramını çarpıcı ama basitçe düşündüren bellekte kalan bazı imgeler bir savaş alanında değil, bir otel odasından da doğabilir. 1969 yazında Montreal’deki Queen Elizabeth Oteli’nde John Lennon ve Yoko Ono pijamalarıyla, ellerinde çiçeklerle ve ‘Hair Peace / Bed Peace’ yazılı pankartların altında poz verdiklerinde dünya barışını bir fotoğraf karesine dönüştürdüler.
Eric Koch’un objektifinden yansıyan bu kare, yalnızca bir çiftin aşkını değil, bir çağın savaş karşıtı özlemini görünür kıldı. Ono’nun sanatı işte tam da burada başlıyordu: gündelik hayatı bir performansa, bir fikri bir fotoğrafın belleğine dönüştürmek.
John Lennon ve Yoko Ono’nun kameranın önünde yan yana uzandıkları o an, yalnızca bir barış çağrısı değil, aynı zamanda belleğimizde açılmış sonsuz bir pencereydi. Bir otel odasının beyaz çarşafları üzerinde, dünyanın bütün gürültüsüne karşı saf bir sessizlik yaratmışlardı.
Fotoğraf, yalnızca onları değil, o sessizliğin içine sığınan bütün bir kuşağı yakaladı. Lennon’un huzursuz bakışlarıyla Ono’nun derin dinginliği birleştiğinde, ortaya çıkan kare artık yalnızca bir belge değil, bir varoluş daveti oldu. İşte kavramsal sanatın fotoğrafla kesiştiği nokta da tam burasıdır: Gerçekliğin ötesine geçen, düşünceye ve duygulara dokunan imgelerin gücü.

Yoko Ono, sanat tarihinde yalnızca Lennon’un sevgilisi ya da müzikal partneri olarak değil, başlı başına bir sanatçı, kavramsal sanatın öncülerinden biri olarak yer aldı. Onun işleri, izleyiciyi yalnızca bakmaya değil, düşünmeye, hissetmeye, hatta bizzat sürece katılmaya davet ediyordu. 1960’ların başından itibaren Fluxus hareketiyle bağ kuran Ono, sanatın yalnızca nesnelerden ibaret olmadığını, bir fikrin, bir duygunun, bir anda yaşanıp bellekte kalan deneyimlerin de sanat olabileceğini dünyaya gösterdi. Ve bu deneyimlerin izleri çoğu zaman fotoğraf karelerinde ölümsüzleşti.
Deklanşöre basan Eric Koch (1919–2018)
Alman asıllı bir yazar, gazeteci ve fotoğrafçıydı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Kanada’ya göç etmiş, burada radyo programcısı ve foto muhabiri olarak çalışmıştır. 1960’larda özellikle John Lennon ve Yoko Ono’nun barış eylemleri sırasında çektiği fotoğraflarla tanındı. Montreal’deki ‘Bed-In for Peace’ performansını ölümsüzleştiren ikonik karelerin arkasındaki isim olarak sanat tarihine geçti. Eric Koch’un çektiği fotoğraflarda ikili, yataklarında oturmuş, basının meraklı bakışları arasında savaşa karşı barışı savunuyorlardı. Bu kareler yalnızca bir protesto belgesi değil, aynı zamanda sanatın politik gücünü gösteren simgelere dönüştü. Koch’un objektifi, onların “eylemsiz” eylemini dünyaya taşıdı ve fotoğraf, sanatla aktivizmin ortak diline dönüştü.
Ilk baktığında hiç bir şey söylemeyen eylemsizliği gösteren görsellerle sanat yaratan Yoko Ono “Her söylemek istediğimizi söyleyemediğimizde ölüyoruz. Geçen hafta kaç defa öldüğünün listesini çıkar. Yaşamak için ölmek gerekir.“ bu sözüyle aslında nefes vermek için nefes almak nasıl gerekliyse sanat için de gündelik yaşamın o kadar önemli olduğunu vurgulamak istiyor.
“Two Virgins” albüm kapağı da fikirden doğan bu sanat deneyimin bir başka örneği. Lennon ve Ono’nun çıplak bedenleriyle kamera karşısına geçtikleri bu fotoğraf, yalnızca bir kapak görseli değil, aynı zamanda geleneklere, ahlaki sınırlara, sanatın sınırlandırılmış tanımlarına karşı bir meydan okumaydı. Her ne kadar müstehcen bulunduğu için tepki çekse de, fotoğraf bugün hâlâ sanat tarihinde bir dönüm noktası olarak hatırlanıyor. Çünkü çıplaklık burada erotizm için değil, çıplak bir gerçeği, samimi bir birlikteliği göstermek için seçilmişti.
Yoko Ono’nun kavramsal sanat pratiği içinde fotoğraf, çoğu zaman izleyicinin katılımıyla tamamlanan performansların tanığı oldu. Örneğin 1964’teki “Cut Piece” performansında Ono sahneye oturdu ve seyircilerden üzerindeki giysileri makasla kesmelerini istedi. Bu performans yalnızca kadın bedeni, şiddet ve toplumsal roller üzerine bir düşünme alanı yaratmakla kalmadı, aynı zamanda o anı fotoğraflayan kameralar sayesinde belleğe kazındı. Fotoğraflar, performansın canlı gerilimini bugüne taşıdı. Fotoğraf burada sadece belgelemedi, performansın kendisini yeniden var etti.
Sky Serisi – “Sky”
Yoko Ono’nun gökyüzünü yeraltına taşıyan “Sky” serisi, 2018’de New York’un 72nd Street metro istasyonuna yerleştirildi. Mozaik panolardaki bulutlar, yolculuk edenleri yukarıya, hayallere, sonsuzluğa davet ederken, “Remember”, “Dream” ve “Imagine Peace” gibi yazılar umut ve sükunet taşıyorudu. Tıpkı yağmurlu bir günde açılan bir gökkuşağı gibi, bu sanat eserleri de şehrin gri dokusuna nazik bir seslenme fısıldadı — günün telaşında bir “hatırlatma” misali kaybolanlara bir nefes vadetti.
Touch Me Enstalasyonu
2008’de Galerie Lelong’da sergilenen “Touch Me”, izleyiciyi yalnızca görmekle kalmayıp dokunmaya davet eden radikal bir çağrıydı. Devasa tuvalde açılan kesikler aracılığıyla izleyici kendi bedenini sanatın parçası haline getirirken, bu basit eylem izole edilme ile açığa çıkma, kırılganlık ile meydan okuma arasındaki ince çizgiyi keşfetme şansı sundu . Her bir beden parçası, sanatın dokunulabilir bir hale dönüşebileceğinin sessiz ama kuvvetli bir kanıtıydı — izleyici ile sanatçının, izleyici ile sanat arasındaki o görünmez bağı yeniden tanımlayan bir dokunuş.
Kavramsal sanat, 1960’lardan itibaren sanatın nesnesini değil fikrini öne çıkaran bir yaklaşım olarak doğdu. Marcel Duchamp’ın hazır nesneleriyle açtığı yol, 60’larda Fluxus ve benzeri hareketlerle genişledi. Sanat artık bir tablo ya da heykelden çok, bir düşünce eylemi haline geldi. Fotoğraf ise bu süreçte hem kanıt hem de sanatın kendisi olarak sahneye çıktı. Performanslar, enstalasyonlar, geçici işler, hep fotoğraf sayesinde kalıcı hale geldi. Fotoğraf, kavramsal sanatın görünmez olanı görünür kılan gözüne dönüştü.Bu kesişimde yalnızca Yoko Ono değil, birçok sanatçı fotoğrafı kullandı. Cindy Sherman, Sophie Calle, Hans Haacke, Bernd ve Hilla Becher’de fotoğrafı kavramsal bir arşiv diline dönüştürdüler. Bu sanatçılarla birlikte fotoğraf, yalnızca bir görsel kayıt değil, bir düşünce eyleminin taşıyıcısı haline geldi.
Kavramsal sanat, fotoğrafı salt bir kayıt aracı olmaktan çıkarıp bir düşünce ve müdahale aracına dönüştürdü. Yoko Ono, bu dönüşümün en çarpıcı örneklerinden birini temsil ediyor. Onun gözünde fotoğraf, yalnızca bir anı dondurmak değil; fikirleri çoğaltmak, izleyiciyi sorgulatmak ve bellekte kalıcı bir iz bırakmaktı.
Bugün dönüp baktığımızda, Yoko Ono’nun işleri ve onunla birlikte anılan kareler, yalnızca bir dönemi değil, sanatın belleğini de temsil ediyor. Bir fotoğraf bazen bir manifestodur, bazen bir sessizlik, bazen de bir çığlık. Ono’nun fotoğrafları ve fotoğraflanan performansları, izleyicisini hâlâ bir soruyla baş başa bırakır: Sanat nedir? Bir nesne mi, bir an mı, yoksa zihnimizde taşıdığımız ve yıllar sonra bile belleğimizden silinmeyen bir iz mi?
Belki de en doğrusu şu: Fotoğraf, kavramsal sanatın kalbinde bir anahtar gibidir. O anahtarla geçmişe bakar, şimdiyi sorgular, geleceğe dair hayaller kurarız. Yoko Ono’nun bize bıraktığı miras da tam olarak budur; sanatın sınırlarını kaldırmak, düşünceyi ve duyguyu görünür kılmak, bellekte kalan imgelerle bizi yeniden ve yeniden konuşturmak. Bugün hâlâ ‘Two Virgins’ kapağı veya ‘Cut Piece’ kareleriyle hafızamızda yer etmesinin nedeni tam da budur: fotoğraf, Ono’nun ellerinde bir kavramsal anahtara dönüşmüştür.
Yazı: Zeynep Can