Tam beş yıl boyunca Van Gölü’nde yaşayan endemik bir tür olan inci kefallerinin göçünü farklı bir teknikle fotoğraflayan Saygun Dura, sürrealizmin sınırlarını zorladığı çalışmalarıyla göçe ve terk edilmişliğe metaforik olarak odaklanıyor.
Milli Reasürans Sergi Salonu’nda yer alan bir fotoğraf sergisinin broşürü elime geçtiğinde çok heyecanlanmıştım. Saygun Dura’nın “Arada” adlı çalışmaları çok etkileyiciydi. Çok istediğim halde bu sergiyi ziyaret edemedim. Daha sonra aynı serginin Pera Palas’ta yer aldığını duyduğumda kendisiyle mutlaka konuşmamız gerektiğini düşündüm ve “Arada”nın hikayesini kendi ağzından duymak ve siz değerli Photoline okurlarıyla paylaşmak istedim.
Saygun Dura, İFSAK lokalinde yaptığımız sohbette, fotoğrafla nasıl tanıştığını şu sözlerle anlattı: “Amcam Almanya’da diş tabibiydi ve orada varlıklı bir hayatı vardı. Türkiye’ye her ziyarete geldiğinde bana hediyeler getirirdi. Bir ziyaretinde bana Polaroid bir fotoğraf makinesi hediye etti. O zaman böyle bir kamera çevremizde hiç kimsede yoktu. Türkiye’de çok enderdi belki de… Bu fotoğraf makinesiyle her çektiğimi görüyordum, bu da daha doğru bir fotoğrafa gitmek için vesile oluyordu. Sonra babam bu merakımı gördü ve ilerleyen zamanda, ben ilkokula giderken, ona çocukken hediye edilen Kodak’ın Retina II körüklü fotoğraf makinesini bana verdi. Tabii bu makinenin pozometresi olmadığı için bir de kart hazırladı, ‘Hava açıkken 125’e 22, baktın ki bulut girdi onu 16 yaparsın, sonra biraz daha gölgeye girdin onu 11 diyafram yeterli olur’ diyerek elime bir çizelge tutuşturdu. Ona baka baka çekmeye başladım. Daha sonra Adana’da AFAD’a üye oldum. Herkeste refleks makineler var, bende hala körüklü bir makine tabii… Baktım olacak gibi değil, sonra bir Canon satın aldım ve böylece bilinçli fotoğrafa adım attım.”
“Mezar Taşlarına Giydirilen Kostümler”
Peki su altı fotoğrafçılığına geçiş ve profesyonel anlamda fotoğrafçılık nasıl başlamıştı acaba? “Aslında o günlerde su altı fotoğrafçılığı çok ilgimi çekiyordu, çünkü yüzücüydüm ve suya yatkınlığım vardı.” diyerek başladığı sözlerine Saygun Dura şöyle devam etti: “Bu idealimi gerçekleştirmek için birkaç girişimde bulundum ancak işler pek umduğum gibi gitmedi. Ben de İstanbul’a gelince fotoğraf asistanlığı yapmaya karar vererek, Ersin Alok’un yanına gittim. Kendisini şahsen tanımıyordum ama dergilerde fotoğraflarını görüyordum. Onun da su altı fotoğrafları çekiyor olması kendisini yakından takip etmeme vesile olmuştu. 1986 yılında Scuba brövemi aldım, dalış yapmaya başladım. O zamanlar bir Nikonos II’m vardı. Ama pozometre alacak, flaş alacak param yoktu. Yukarıdaki poz değerini alıp aşağı iniyor, ortam karardıkça babamın bir zamanlar verdiği çizelgedeki gibi ışık ayarlarını yapıp fotoğraf çekiyordum.
O günlerde çok farklı bir fotoğraf projesi için çalışıyordum. Fikret Mualla’nın mezar taşları serisi tablolarından esinlenmiştim. Mezarlıklara gidip Fikret Mualla’nın tablolarındaki gibi fotoğraflar çekmeye çalışıyordum ama aynı tatta olmuyordu. Sürrealizme meraklıydım ve bir gün Beyoğlu’nda bir yerde Yeşilçam filmlerine kostüm kiralayan Niyazi Er’i buldum. Ben de ondan kostümler kiralayıp sabah erkenden mezarlıklara gitmeye başladım. Tabii böyle eski mezar taşlarının filan olduğu mezarlıklardan söz ediyorum. Mezar taşlarına kostümler giydiriyor, yanlarına olmadık aksesuarlar koyarak kadrajlar yapıyordum. Böyle çok acayip bir fotoğraf serim olmuştu. Sabahın erken saatlerinde ben çekim yaparken, bir adam beni seyrediyormuş. Bana şöyle dedi: ‘O kadar çok uğraşıyor, emek harcıyorsunuz ki, bunun bir karşılığını göreceksiniz.’ Hakikaten adamın dediği oldu bir şekilde. O mezarlığın karşısına Bahçeşehir Üniversitesi kuruldu ve ben orada ders verdim. Ersin Alok’un yanına giderken o fotoğraflardan bir portfolyo oluşturdum ve buluştuğumuzda kendisi fotoğrafları ışıklı masasına koydu, baktı ve bana dönerek, ‘Ceketini çıkart ve başla!’ dedi. Ceketi çıkarttım ve o gün fotoğrafçı oldum. Daha sonra 1996 yılında reklam ve tanıtım fotoğrafçılığı yapmaya başlayarak bir şirket kurdum.”
“Balık” Serisi ile Gelen Akademisyenlik Kariyeri
Ancak reklam fotoğrafçılığı maddi anlamda tatmin ediyor olsa da Saygun Dura manevi anlamda yaptığı işten çok mutlu olmuyormuş. O günleri kendisi şöyle anlatıyor: “O dönemde reklamla ilgili önünüze bir layout planı gelirdi ve siz bu plana göre çekim yapardınız. Bu da sizi daha ziyade bir teknik elemana dönüştürüyordu. O günlerde kendime ait bir şey olmadığı gibi bir hisse kapıldım. Sonra keyfi olarak bir tema üzerinde çalışmaya başladım. Yine sürrealist bir temaydı. Bir balık serisi hazırladım… O balığı aldım ve sanki kendi ortamında koparılmış, ait olmadığı, sevmediği, uyum sağlayamadığı bir dünyada hayatta kalmaya çalışmasını anlatmak istedim. Bu proje de beş yıl sürdü. Ben bir çalışmaya başlayınca hayatımın odağında o proje oluyor, gece gündüz onunla yatıp kalkıyorum. Bu çalışma bana yepyeni bir boyut açtı. Seti kurguluyordum ve 4×5” olarak çekimleri yapıyordum. Tabii kullandığım bu makine de perspektif ve netlik konusunda bana farklı imkanlar sunuyordu.
Amacım fotoğrafları hiç kayıpsız büyük olarak basabilmekti. ‘Benim Gerçeğim’ adındaki bu sergi sonucunda Mimar Sinan Grafik Bölümü’nden teklif aldım. Elimde 4×5” fotoğraflarımla görüşmeye gittim. ‘Tam istediğimiz şey bu! Bir fotoğrafın tasarlanması ve bu tasarımın fotoğrafa uygulanması’ dediler ve hocalık yapmamı istediler. Ben de böyle bir deneyimim olmadığını söyleyerek, mahcup olmamak için oturdum çalıştım ve kocaman bir kitap hazırladım. Daha sonra Bahçeşehir Üniversitesi kuruluyordu, Prof. Melih Arıcan vardı başında, güzel bir kadro oluşturuyorlardı, sağ olsun beni de dahil etti. Sonra Doğuş Üniversitesi de devreye girdi. Oraya da gitmeye başladım. Sonra da İstanbul Teknik Üniversitesi… Böylece hiç hesapta yokken hoca oldum. Mezarlıktaki adamın kehaneti doğru çıkmıştı. Bu sergiyi hazırlarken de o zaman Diagonal’de bastırıyordum fotoğrafları Ara Güler geldi stüdyoya. Kendisi ile bir geçmişimiz yoktu. Ekranda fotoğrafları görünce ‘Bu fotoğraflar ne böyle?’ diye sordu. Ben de sergi hazırladığımı söyledim. ‘Ya, bunlar Picasso’nun bazı çalışmalarına benziyor.’ dedi.
Ondan esinlenerek bu fotoğrafları ürettiğimi söyledim. “Rica etsem bana bir tane hediye eder misin?” diye sorunca, ‘Aaaa…” dedim, ‘Çok memnun olurum. Ama siz bu tarzı çok benimsemediğiniz için seveceğinizi tahmin etmemiştim…’ Bana baktı, ‘Çok sevdim…’ dedi ve ekledi: ‘Ama sen kafayı üşütmüşsün!’ Kendisinin pek sergi gezme alışkanlığı yokmuş, açılışlara gitmezmiş ama bir baktım tam fotoğraflar asılırken sergiye geldi. Tüm fotoğrafları tek tek inceledi, dolaştı. O sergi de bana enteresan bir kapı açtı. Sonra bu sergi New York’a davet edildi. Orada The Marmara’nın bir sergi salonu vardı, orada fotoğraflarımın sergilenmesi ve Amerikalı sanatseverler tarafından izlenmesi ve takdir edilmesi beni gururlandırdı.”
“İnci Kefalleriyle Tanışmak”
“Su altı ve fotoğraf benim iki tutkum.” diyor Saygun Dura ve şöyle devam ediyor: “Dünyanın birçok yerinde dalış yaptım. Aslında bizim nesil TRT’de gösterilen Kaptan Jacques-Yves Cousteau’nun su altı belgeselleriyle büyüdü. Ben de bir Calypso hayranıydım ve bu su altı belgesellerini hayranlıkla izlerdim. Zaten Mersin’de yaşadığımız için ailece denize aşinaydık. Bir Zodiac botumuz ve hepimizin paletleri, şnorkelleri vardı, yüzmeyi ve dalmayı severdik. Bir gezimde Pasifik Okyanusu’nun ortasında bir adalar topluluğu olan Fransız Polinezyası’na gittik. Bildiğim kadarıyla buraya Türkiye’den bir başkası daha dalışa gitmedi sanıyorum. Köpek balıkları, mantalar, balinalar, türlü türlü deniz canlılarını birçok yerde fotoğrafladıktan sonra bir arkadaşım “Van’a gidip inci kefalinin göçünü çekelim mi?” dedi. Ben “Acaba buradan ne çıkartabiliriz?” diye düşündüm önce. Sonra Van’a gittik.
Koşullar çok zor. Birçok balığın arasına girdim, nasıl çekim yapabileceğim konusunda bir fikrim yok. Akşam otele döndüm, odayı karartarak çektiğim fotoğraflara tek tek bakmaya başladım. Birden birkaç fotoğrafın hayatımın en iyi fotoğrafları olma yolunda olduğunu fark ettim. Acayip heyecanlandım. Sonra kafamda çözümlemeler yaparak, notlar almaya başladım. Ertesi gün yine çekimler yapıp döndüğümde baktım bu iş olacak gibi… Sonra Milli Reasürans ile konuştum. Gençliğimde en büyük meraklarımdan biri galeri dolaşmaktı. O galeriyi de çok beğenirdim. Programları doluymuş ve bana beş yıl sonrasına tarih verdiler. Ben de bu beş yıl boyunca sadece bu projeyi çalıştım.
Beş yıl boyunca mayıs ve temmuz arasında her inci kefali göçü mevsiminde Van’a gittim, her seferinde en az bir hafta kaldım. Göle dökülen yaklaşık 100 akarsu var ama iki tanesinde bu olay daha yoğun yaşanıyor. Bu iki bölge arasında yoğunlaştım. Sonra Mustafa Sarı diye bir bilim adamı, Van’ın su altıyla ilgili bir kitap hazırlarken bana ulaştı. Kitabın çekimleri için beraber çalıştık. Bilim projesi dahilinde Jandarma Su Altı Arama Kurtarma’ya ait bir bot ve dalgıç timi de bize destek oldu. Onlarla dalışa gittiğimizde mikrobiyalit denen oluşumlarla karşılaştım. Ağlar takıldığı için balıkçılar onların yerlerini bulmuşlar. Sonra bu mikrobiyalitlerin olduğu bölgelerde çekim yapmaya başladık. Ancak bir fotoğrafçının çekim yapma tekniği ile diğer dalgıçların dalış alışkanlıkları birbirinden farklı. Onlar olabildiğince uzak mesafeye çok hızlı gitmek istiyorlar. Bu da palet vurulmasıyla ortalığı toza, dumana buluyor. Ortamda da fotoğraf çekecek bir görüntü kalmıyor. Fotoğrafçı tam tersi paletler yukarıda, hiç toz kaldırmadan minimum hareketlerle su altında çekim yapar. Baktım birlikte yapamıyoruz. Onlar yerlerini gösteriyorlardı, ben de gidip çekimlerini yapıyordum. Ancak, mikrobiyalitlerin yer aldığı bir koyda ben resmen büyülendim. Aşağıya iner inmez gördüğüm mikrobiyalit yapı bana terk edilmiş bir kent görüntüsü verdi. Tek başına dalıyordum ve genelde tüpümdeki havayı minimum kullanarak sığ sularda yaklaşık 2,5 saati su altında geçiriyordum. Tabii orada bir bilim adamı için çalıştığım için önce onun için kadrajlar yaparak işimi tamamlıyor, sonra kendim için neler yapabileceğime bakıyordum. Farklı bakış açıları, ışığı farklı kullanma suretiyle kafamdakileri çekmeye başladım. Sonra bu çekimlere bir anlam yükledim. Mikrobiyalitlerin hazırladığım inci kefali göç teması projesindeki terkedilmiş evler olabileceğini düşündüm.”
“Günde 3-4 saat Suda Geçen Zaman”
Genellikle fotoğraflarını tasarlayan bir sanatçı olarak, inci kefalleriyle doğada çalışmanın zorlukları nelerdi acaba? Bu soruya şöyle yanıt veriyor Saygun Dura: “Işığın yönü ana nesnenin pozisyonu, arka plandaki unsurlar ve tüm detayları önceden hazırlamak ve emin olduğum fotoğraf için çalışmak gibi bir alışkanlığım var. Bu çalışmada da genellikle loş ışıkta, göçün de en yoğun olduğu ve benim de suni ışığı daha rahat kullanabileceğim mavi saatlerde çalışmayı tercih ettim. Bir de karamsar bir konu olduğu için loşluk o istediğim duyguyu daha iyi yansıtıyor. Ben de bu ışıkta o karamsarlığı daha çok hissettirebileceğimi düşündüm. Önce arka planımı oturtuyordum, sonra geçen bir balıkla kompozisyonumu oluşturuyordum. Kafamdakini oturtana kadar suda çekimlere devam ediyordum, yaklaşık 3-4 saatim suda geçiyordu. Mikrobiyalit çekimlerim sırasında sürrealist bir hava sezdim ve kendi kendime ne oluyor dedim. Sonra çektiğim bir fotoğraf, aklımda kalan bir tablo ile eşleşti: Max Ernst’in “Sessizliğin Gözü” adlı eseri… Aynı şeyi sergimin küratörlüğünü yapan Ergin Çavuşoğlu da söyledi. Onu da 90’ların başından beri tanıyorum. İngiltere’ye gitti ve orada çok meşhur oldu. Hatta Guggenheim iki tane eserini satın aldı. Kendisinden sergimin küratörü olmasını rica ettim. O da mikrobiyalitlerin fotoğrafını görünce çok heyecanlandı. Sergide yer alan mikrobiyalit oluşumları sürrealist bir hava verdi. Adeta kayıp kıta Atlantis gibi farklı bir hava yarattı. Buradaki durgunluk ile kefallerin o karmaşık, heyecanlı, devinimli göçü ile iyi bir denge ve kontrast oluşturdu.
Halfeti fotoğrafının bağlamı şuydu. Yaptığım enteresan dalışlardan biriydi Halfeti. Mesela ilginç diyebileceğim bir başka dalış Topkapı Sarayı’nın altına, sarayın su ihtiyacını karşılayan bir sarnıcın içine yaptığımız klostrofobik bir dalıştı. Halfeti’de Memluk mezar taşları beni çok etkiledi. Halfeti’de de baraj nedeniyle köy boşaltıldığı ve insanlar göçe mecbur kaldıkları için, sergimdeki “Göç” anlamına katkıda bulunacağını düşündüm. O fotoğrafta bir ev vardı, yarı penceresine kadar su dolmuş. İşte bu da göç edilirken arkada bırakılan evi anlatıyordu. Bir de Van Gölü’nde 1958 yılında batan bir Rus teknesi vardı. O da insan ve yük taşıyormuş. O da temsili olarak bir göç aracını andırıyordu. Van Gölü tuzlu ve sodalı bir suya sahip olduğu için batık nesneleri koruyan bir özelliği var. Bu nedenle bu tekne de 1958’den beri çürüme olmamış, ahşap bozulmamış, devrilen bir soba var, öyle paslanmadan duruyor filan… Gemiye girerken aklıma Jeff Wall’un bir yatak odası fotoğrafı geldi. Fotoğrafı Ergin’e gönderdiğimde o da bana aynı şeyi söyledi ve ‘Bunu da kullanalım’ dedi. Böylelikle teknedeki bu fotoğraf da göç temasının tamamlayıcısı olarak sergide yerini aldı.”
Teknik anlamda çok da kolay olmayan bu çalışmada nasıl bir deneyim yaşamıştı sorusunun yanıtı da şöyle geliyor: “Bilinç altının bilinç üstüne çıkması gibi bir yoldan hareket ederek su altındaki görüntülerle, su üstü görüntülerini aynı kadraj içinde kullanmayı tercih ettim. Ancak balıklar o kadar hızlı ki netlik bile yapamıyorsunuz. Kafamdaki tasarımı hep kaçırıyordum. Hiperfokal uzaklık tekniğini kullanmak istedim ama bu teknik su altı fotoğrafında pek tutmadı. Fotoğraf makinesinin housing’inin önünde bir port var. O portta hayali bir görüntü oluşuyor ve makine ona netliyor. Dolayısıyla daha minimum bir netlik mesafesi gerekiyordu. Deneye deneye netlik mesafesini daha iyi bir noktaya çektim. Sonra diyaframlar denemeye başladım, ideal diyaframı bulmaya çalıştım. Işığın yönüyle ilgili bir problem vardı. Işığı su altından kullanamıyorum, çünkü balıklar önümü kapatıyor ve asıl konu karanlıkta kalıyordu. Tüm bu ayarlamaları yaptıktan sonra teknik oluştu ve kuşlara başladım. Balıkların en büyük düşmanı kuşlar ve insanlar. Bir dönem bilinçsiz avcılık nedeniyle balıkların nesli tükenmek üzereymiş. Hem insan faktörünü de dahil etmek istedim, hem de martıların pike yaparak onları avlamasını göstermeye çalıştım. Onlar için de ayrı bir teknik geliştirmem gerekti. Çünkü onlar da çok hızlı hayvanlar… Çok sabırla suyun içinde oturmam ve onları da ürkütmemem gerekiyordu. O kadar sabırlıydım ki, martı bir kaya parçası zannederek kafama filan oturuyordu. Böylece martıyla birlikte balıkların geçmesini bekliyorduk. Balıklara 3-5 santim yakınlıktaydım bu nedenle yakından netlik yapabilen ve alan derinliği yüksek optikler tercih ettim.”
Saygun Dura Kimdir?
Adana’da 1964 yılında dünyaya gelen Saygun Dura, 1989-1996 yılları arasında bir reklam ajansında fotoğrafçı ve fotoğraf direktörü olarak çalıştıktan sonra, 1996’dan günümüze, İstanbul’daki atölyesinde tanıtım fotoğrafçısı olarak meslek yaşamına devam etmektedir. Birçok üniversitede Tanıtım Fotoğrafçılığı ve Yaratıcı Fotoğrafçılık üzerine seminerler veren Dura, 2004-2014 yılları arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Bölümü, Bahçeşehir Üniversitesi Fotoğraf Bölümü, Doğuş Üniversitesi Grafik Bölümü ve İstanbul Teknik Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Tanıtım Fotoğrafçılığı, Stüdyo ve Işık Teknikleri dersleri verdi. Ulusal ve uluslararası ödülleri olan Dura, İstanbul ve New York’da kişisel sergiler gerçekleştirmiş ve birçok karma sergiye katılmıştır. Sürrealizm izleği üzerinden yapıtını oluşturan Saygun Dura, bir yandan bireyin günümüz dünyasındaki konumunu irdelerken, bir yandan da Max Ernst, René Magritte ve Salvador Dali gibi sanatçılara göndermeler yaparak, fotoğraflarına nostaljik bir boyut kazandırmaktadır. Göç ve terk edilmişlik kavramları su altında inci kefali ve mikrobiyalitlerle sembolleşti ve Saygun Dura’nın fotoğraflarında kendine hayat buldu. Su altı fotoğrafçılığında özgün çalışmalarıyla bilinen Dura, Van Gölü’nde 5 yıl boyunca sürdürdüğü çalışmalarını “Arada” isimli sergiye dönüştürdü. Sergi 9 Mart – 9 Nisan tarihleri arasında Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde ve Istanbul Concept organizasyonu ile 22 Eylül-5 Kasım tarihleri arasında Pera Palace Hotel’in yeni sanat alanı Galata Fuaye’de sanat tutkunlarıyla buluştu ve FOTON Derneği tarafından 2022 yılında “Yılın Sergisi” ödülüne layık görüldü.
Cem Kıvırcık