Sokağa çıktığımızda genelde aklımızda bir sürü şey vardır. Zamanında bir yere ulaşma telaşı, halledilecek bazı işler, belki de hava durumu değişirse ne yaparım düşüncesi. Yaşam hızla devam ederken, öylece bir yerlerden geçip gideriz.
Oysa şöyle bir durup etrafı seyre daldığımızda birçok şeyin olup bittiğini görür, aslında sokağın canlı ve bir ruhu olduğunu hissedebiliriz. Sokağın 24 saatlik yaşam döngüsü boyunca, çok sayıda insan bu inşa edilmiş çevreyle etkileşime girer.
Sokaklar sadece evden işe ya da farklı yerlere geçiş güzergahımız değil, sakinlerinin çalıştığı, yaşadığı ve ticaret yaptığı her büyük şehrin bir parçasıdır. İnsan yaşamı için önemli olan tüm sosyal, fiziksel ve ekonomik etkinlikler için bir ağ oluştururlar.
Sokakların kendisine göre bir dili ve kültürü vardır. Bu kültür toplumları etkiler ve oradaki kentsel manzarayı şekillendirir. Sokak kültürü giyinme, düşünme ve kendimizi ifade etme biçimimize de yön verebilir. Çok sayıda sanatsal ifadeyi, moda trendini ve toplumsal hareketi kapsayan canlı, dinamik bir dünyadır.

Zamandan, mevsimlerden, olaylardan etkilenen sokakların enerjisi yağmur yağdığında başka, tatil zamanı daha başkadır ve sürekli değişir. Elbette bu canlılık fotoğrafın icadından beri fotoğrafçıları kendisine çekmiştir. Her ne kadar ilk zamanlarda teknolojik gelişmelerin yetersizliği nedeniyle sokak fotoğrafçılığı ayrı bir alan olarak ortaya çıkmasa da ilerleyen teknoloji bugünlere gelmesine yardım etmiştir.
Bildiğimiz üzere ilk fotoğraf makinaları epeyce ağır olduğu için taşınması zor ve iyi bir fotoğraf çekebilmek epey istiyordu. Louis Daguerre’nin 1838 yılında çektiği ünlü “Boulevard du Temple” fotoğrafına tekrar baktığımızda içinde kalabalığın olmadığı, uzayıp giden boş bir sokağın kenarında sıralanan evler olduğunu görürüz. Görünürde sadece ayakta durarak ayakkabısını boyatan bir adam, bir de boyacı vardır.
İşin aslı, o fotoğraf çekilirken o sokaktan bir sürü insan gelip geçmişti. Enstantanenin uzun olmasından dolayı, sokaktan geçen tüm hareket halindeki insanlar silinip gitmiş, görüntüde sadece bomboş sokağın kendisi ve hareketsiz kalan boyacı ve müşterisi kalmıştı. Yani o dönemlerde fotoğraf teknolojisi henüz sokağın enerjisini ve hareketliliğini yakalayacak kadar gelişmemişti.
Ancak, 1880’lerde gümüş jelatin filmin ortaya çıkışı, 1900’lerin başında fotoğraf makinalarının taşınabilir hale gelmesi durumu değiştirmeye başladı. Leica 1925 yılında ilk kez sabit objektifli 35 mm makinasını tanıttığında, daha önce erişilemeyen birçok imkan fotoğrafçıların eline geçmiş ve hareket alanı genişlemişti.
Artık ellerinde makinayla kalabalığın arasına karışıp mekanları ve insanları fotoğraflayabiliyorlardı. Eugène Atget, Henri Cartier-Bresson ile beraber birçok fotoğrafçı kolayca taşınabilen bu makinalarla şehirlerdeki yaşamı görüntüleyerek sokak fotoğrafçılığına öncülük etmeye başladılar.

Fotoğraf makinalarının daha da erişilebilir fiyatlara gelmesi ve filmlerin daha kaliteli olmasıyla beraber sokak fotoğrafçılığı da hızla gelişmeye başladı. Sokak fotoğrafçılığının özü sokaktaki gündelik yaşamı ve toplumu belgelemektir. Geleneksel ve tarihsel olarak sokak fotoğrafçılığının büyük bölümünde insanlar yer alır.
Sokaklarda, parklarda, otobüs duraklarında hatta toplu taşıma araçlarının içerisinde yani tüm kamusal alanlarda görüntü üretilen bir fotoğraf alanıdır. Çoğunlukla kalabalık ortamlardaki insanları, yabancıların günlük yaşamlarındaki hikayelerini konu alır. Tasarlanmış görüntülerin aksine yerler ve olaylar gerçektir, yaşamın doğal bir anlatımıdır ve toplumun filtrelenmemiş bir görüntüsünü sunar.
Sokak fotoğrafçılığı aslında insan davranışının en temel yönlerini ele alan oldukça geniş ve karmaşık bir alandır. Fotoğrafçı sessiz iletişimin gücünü, çevrenin insan üzerindeki rolünü, etkileşimi, gözlem yaparak ‘o an’ da birleştirir. Yalnızca etrafındaki insanları ve olanları belgelemekle kalmaz aynı anda kendi ve toplum hakkında gerçekleri anlatan görüntüleri gözler önüne serebilir.
İnsanların düşüncelerini, amaçlarını, duygularını ifade etmek için kullandıkları mimikleri kısacası beden dilini anlayabilme ve yorumlayabilme becerisine sahip bir fotoğrafçı bu sözsüz işaretleri takip ederek duygusal etkiler uyandıran bir hikaye anlatabilir.

Fotoğrafçı şehir yaşamının canlı, eğlenceli ve ilgi çekici yönlerini vurgulamayı seçebilirken öte yandan şehrin içinde fark edilmeyenleri, görülmeyenleri ve toplumsal eleştiriyi de gözler önüne serebilir.
Çoğunlukla sokak fotoğrafçılarının toplumdaki sosyal sınıflara, onların yaşam tarzına, mücadelelerine tanıklık etmek gibi çeşitli amaçları olmuştur. Grevler, gösteriler, toplumsal çekişmeler ve sosyal gelişmeler karşısında kendi yorum ve eleştirilerini ifade ederek toplumsal sorunları, adaletsizlik ve eşitsizlikleri yansıtmışlardır. Bu çalışmalarıyla gerçekleri vurgulamış, farkındalığı artırmış ve değişime önayak olmuşlardır.
Amerika’daki büyük buhran sırasında etkileyici fotoğraflar çeken Dorothea Lange gibi fotoğrafçılar, kamuoyunu ve politikayı etkilemek için sokak fotoğrafçılığını kullandılar. Lange Göçmen işçilerin ve yoksulluk içindeki ailelerini fotoğraflayarak dönemin zorluklarını yakaladı ve ekonomik kriz sırasında mücadele edenlerin durumuna dikkat çekmesine yardımcı oldu.
Robert Frank ve Garry Winogrand gibi fotoğrafçılar, ülkenin değişen sosyal ve politik manzarasını belgeleyerek savaş sonrası Amerika’nın ruhunu yakaladılar. 1970’lerde sokak fotoğrafçılığı daha içe dönük hale geldi ve Diane Arbus ve Lee Friedlander gibi fotoğrafçılar çalışmalarında kimlik ve yabancılaşma temalarını araştırdı.
Sokak fotoğrafçılığı günümüzde de önemini ve popülaritesini korumaktadır. Sanayileşen, büyüyen ve önemli değişiklikler geçiren kentlerin nabzını tutmaya çalışır. Böylece hem biraz insanı insana anlatır, hem de bugünümüzü kayıt altına alır.

Bizler de kendi kentimizin sokaklarında bir fotoğrafçı gözüyle dolaşmaya çıkarsak eminim ki daha önce pek de fark etmediğimiz bir sürü şeyle karşılaşabilir, değişen saatler, ışıklar, gölgelerle beraber hikayelerin de değiştiğini görebiliriz.
Sokak fotoğrafçılığı için mükemmel olduğunu söyleyebileceğimiz bir makine ya da objektif olmayabilir. Her objektifin kendine göre amacı, artıları ve dezavantajları vardır. Ama genel olarak etrafta yürümek gerektiği için ağır olmayan ekipmanlar tercih edilebilir. Ayrıca daha küçük bir makine ve objektif daha az dikkat çekecektir.
Bu biraz da insanlara yakınlaşmayı da kolaylaştırabilir. Sokak fotoğrafçılığında en zor şeylerden biri yakınlaşmaktır, ancak geliştirilmesi gereken çok önemli bir beceridir. Püf noktası insanlara yeterince yakın olurken bir o kadar da uzak kalmayı başarabilmektir.

Geniş açılı bir lens kullanmak, ortama daha yakın olmayı sağlar. Bu, uzun bir objektifle sokağın karşısında durmaktan farklı olarak ortamın bir parçası olmanızı ve kalabalığa karışmanızı sağlar. Ayrıca izleyiciye fotoğrafını çektiğiniz sahnenin içinde olma hissiyatı verir.
Bazı fotoğrafçılar, daha uzaktan fark edilmeden çekim yaptıklarında ortamı en doğal şekilde fotoğrafladıklarını düşünerek uzun odak uzunluğu olan zoom objektifleri kullanmayı tercih ederler. Bu objektifler ortamı çok fazla sıkıştırıp, daha fazla alan derinliği oluşturabilir. Bu bazı durumlarda dezavantaj olsa da bazı durumlarda da avantaj sağlayabilir.

Deneyimlemek, sokaktaki yaşamın bir parçası olmak bakış açımızı değiştirip kendimize uygun kararları vermeye yardımcı olacaktır. Tepkileri önceden tahmin edilemeyecek yabancı insanların fotoğraflarını çekmeye cesaret etmek gerekir. Ama en önemlisi insanların fotoğraflarını çekerken etik kurallara uymak, onları zor duruma düşürmeyecek, utandırmayacak ve küçük düşürmeyecek şekilde görüntülemek gerekir.
Fotoğrafın gücünü daha adil, şefkatli ve birbirini anlayan bir dünya için bir araç olarak kullanabiliriz. Günümüzde fikir ayrılıklarının çoğaldığı dünyamızda, dostane köprüler kurabilecek hikayeler anlatan sokak fotoğrafçılarına her zamankinden daha fazla gereksinim olduğunu düşünüyorum.
Yazı: Özgür Semerci
Yorum Yap