Derin Kabus / As Above, So Below (2014) Film İzle

As Above, So Below

Bundan tam 15 yıl önce, ilk filmlerine hazırlanan Daniel Myrick ve Eduardo Sanchez adında iki adamın çıkıp Maryland bölgesindeki ormanlarda bir efsanenin peşinde araştırma yapan üç belgeselcinin gizemli biçimde kaybolmasını konu alan Blair Cadısı’nı piyasaya sürmesiyle başladı her şey. 1999’dan itibaren bizzat karakterler tarafından amatörce el kameraları ile çekilen ve çoğunlukla sözüm ona gerçek görüntülerden oluşan found footage (buluntu film) furyası hızla yayılıverdi. Aynı zamanda mockumentary’nin de (sahte belgesel) daha iyi tanınmasına vesile olan ve günümüzde de billahsa korku-gerilim içinde örneklerine sıkça rastladığımız bu tuhaf tür zaman geçtikçe özgünlüğünü kaybedip etkisini yitirmesine rağmen hala yapımcılar ve seyirciler tarafından seviliyor.

Son yıllarda karşımıza çıkan sürüyle buluntu filmin arasında tek tük başarılı olanlardan biri şüphesiz 2007 tarihli İspanyol yapımı [Rec]’di. Hatta o kadar tutuldu ki hemen bir yıl arayla ismi Karantina diye değiştirilerek ABD versiyonu da çıktı. Bu müthiş yaratıcılığa (!) imza atan kişiyse John Erick Dowdle’dı. Daha önce The Poughkeepsie Tapes ile ilk kez korku sinemasına giriş yapan Dowdle, kardeşi Drew ile beraber kotardığı ilk film olan Karantina ile birlikte de adını iyice duyurmayı başarmıştı fakat maalesef filmi ortalamanın üzerine çıkamamıştı. İki kardeş, peşinden 2010’da M. Night Shyamalan’ın kaleme aldığı, asansörde mahsur kalan bir grup insanın aralarındaki kötü varlıkla verdiği mücadeleyi konu alan Şeytan’a imza atmış ve yine vasatı geçememişlerdi. Bu defa ise her ne kadar dar mekan düşkünlüklerinden vazgeçmeseler de konu olarak biraz daha farklı bir şeyler denemeye karar vermişler sanki. Korkudan ziyade gerilim unsurlarından faydalanan, önemli felsefi meselelere değinen, farklı olmaya çabalayan, iddialı ve ciddi bir işe soyunmuşlar.
En başta da mekan olarak bugüne dek hiç kullanılmamış yasaklı bir bölgeyi seçerek yola koyulmuşlar. Günümüzde yalnızca bir buçuk kilometrelik bölümüne ziyaretçi kabul edilen fakat esasında 300 kilometrelik olağanüstü bir uzunluğa sahip olan Paris’teki yer altı mezarlıklarının, hükümetten aldıkları izinle tüm bölümlerini kullanarak bir ilke imza atmayı başarmışlar. Söylentilere göre Paris sokaklarının altında, şehirde yaşayan insan nüfusundan daha fazla sayıda ceset bulunurmuş. Çünkü 17. yüzyılın başında ortaya çıkan bir salgın yüzünden ölü sayısı milyonları bulunca mezarlıklar taşmış ve buna çözüm olarak cesetler yer altındaki taş ocaklarına taşınmış. Altı milyondan fazla ölülün yattığı belirtilen bu esrarengiz mezarlıklarda aralarında binlerce yıllık cesetler de bulunduğundan tarihçiler ve kaşifler tarafından yıllardır büyük ilgi görmüş, derinliklerinde neler saklandığına dair kafalarda bir sürü soru işareti yaratmış. Haliyle böylesi ilginç, merak uyandırıcı ve karanlık bir mekan, Dowdle kardeşlerin filmlerine hem tarihsel bir zemin hazırlamış hem de bir korku-gerilim filmine gereken dozda ürkünç bir atmosfer oluşturmuş.
Amma velakin Dowdle’ların, hikayenin kendisiyle beraber alt metnini de kuvvetlendirecek bu müthiş destekten yeterince faydalandıklarını söylemek cesaret ister. İkili, filmlerine felsefi bir derinlik kazandırmaktan ziyade seyirciyi oyalamayı düşündükleri için değindikleri ciddi konuları yalapşap geçiştirmeyi seçiyorlar ve dolayısıyla Paris’in altındaki gizemli labirentler de filmi ancak görsel anlamda güçlendirmeye yetiyor. Oysa fikir son derece güzel, hikaye de -her ne kadar gidişatını en başından bir parça belli etse de- gayet ilgi çekici gözüküyor. Uzun zamandır kafalarında tasarladıklarını söyledikleri modern ve dişi bir Indiana Jones karakterini en sonunda yaratma fırsatını yakalayan Dowdle kardeşler, hikayelerinin merkezine yerleştirdikleri bu maceraperest kadını, efsaneye göre 15. yüzyılda yaşamış Fransız simyacı Nicolas Flamel’in bulduğu metali altına dönüştüren ve ölümsüzlük sağlayan Felsefe Taşı’nın peşine düşürüyorlar.
Ölen babasının başladığı işi tamamlamayı ve böylece onun deli olmadığını kanıtlamayı takıntı haline getirmiş hırslı arkeolog Scarlett Marlowe, bir sürü bulmaca ve araştırmanın sonucunda çareyi Paris’in yasaklı yer altı dehlizlerine inmekte buluyor. Tüm bu çalışmalarını kaydetmesi için kendisine eşlik eden klostrofobik kameraman Benji’nin yanında eski ortağı George’u da çevirmenlik yapması için yanına katıyor fakat aşağıda kaybolmamak adına bir de oraya daha önce indiği söylenen bir yer altı ekibinin kapısını çalıyor. Grup tamamlandıktan sonra cümbür cemaat polisleri kolaylıkla atlatarak tünellere dalıyorlar. Buradan sonrası ise klasik şekilde ilerliyor; her biri kendi kişisel şeytanıyla karşı karşıya kalan kahramanlarımızın kendilerini bu cehennemden kurtarmaları için karşılaştıkları bilmeceleri çözmeleri gerekiyor, bu iş de elbette Scarlett’e düşüyor. Yani her ne kadar belli bir çekici tarafı olsa da hikaye bir noktadan itibaren tekinsiz gizemli katakomplarda mahsur kalan bir grup gencin inkar ettikleri geçmişleriyle yüzleştikleri ‘hayatta kalmak’ üzerine kurulu gerilim ve klişe dolu bir maceraya evriliyor.
Halbuki film, orijinal isminden de anlaşılacağı üzere hermetik öğretilerden yola çıkarak “As Above, So Below” yani “Yukarıda ne varsa aşağıdadır” sözü üzerine kafa yoruyor. Bununla beraber simyayı konu alarak Flamel’in Felsefe Taşı’ndan bahsediyor. Fakat felsefi meseleleri hakkıyla işleyemediği için tüm bunlar genel izleyici kitlesine hiçbir şey ifade etmeyen boş hatta zırva laflar olarak kalıyor. Scarlett’in koskoca Felsefe Taşı’nı Harry Potter’dan bile daha çabuk ve kolay bir şekilde ele geçirmesi gibi saçmalıklara ise hiç kafayı takmamak gerekiyor.
Öte yandan filmin teknik anlamda da çok başarılı olduğu söylenemez, hatta çoğu buluntu filmde olduğu gibi yer yer kameraların sarsıntısı insanın başını döndürebiliyor ve ne izlediğinizi doğru düzgün göremeyebiliyorsunuz. Neredeyse tamamen yakın plan çalışan görüntü yönetmenliğinin başarılı olduğu tek nokta ise seyircinin klostrofobi duygusunu filmin her anında hissedebilmesi. Bunun dışında filmin korkutma yönünden de son derece zayıf kaldığını belirtmek gerekiyor. Zira film boyunca sadece tek tip klişe bir numara kullanılıyor, ki o da korku tüneline bir kez binmiş biri için bile en ufak bir etki yaratamıyor. Kısaca Derin Kabus, ne yazık ki her haliyle yavan bir seyirlik olmaya mahkum kalıyor.

Derin Kabus / As Above, So Below

Vizyon Tarihi: 12 Eylül 2014
Yapımı: 2014 – ABD
Tür: Gerilim
Süre: 93 Dak.
Yönetmen: John Erick Dowdle
Oyuncular: Ben Feldman, Perdita Weeks, Edwin Hodge, François Civil, Marion Lambert
Senaryo: Drew Dowdle, John Erick Dowdle
Yapımcı: Patrick Aiello

Son Sözler

56% İYİ DEĞİL
Karantina ve Şeytan gibi vasat korku filmleriyle tanınan John Erick Dowdle’ın yine kardeşi Drew ile birlikte kotardığı Derin Kabus, iddialı ve ilgi çekici gibi görünse de özünde son derece sıradan bir yapım olarak çıkıyor karşımıza. Paris’in yasaklı yer altı mezarlıklarında geçen film, sanki bir Dan Brown uyarlaması tadında başlıyor ama asıl öyküye geçene kadar epey kan kaybediyor. Ayrıca son derece klişe korku unsurlarından faydalandığı için seyircinin beklediği tarzda bir ürkünçlük de sunamıyor. Fakat bu kadarla da kalmıyor, değindiği onca felsefi meseleyi de tamamen boşa harcıyor. Üstüne, artık fazlasıyla kanıksadığımız ‘buluntu film’ atmosferi de iyi kurulamayınca Derin Kabus, maalesef türün unutulmaya terk edilmiş örneklerinin yanına katılıyor.
  • Yönetmen 62 %
  • Oyuncular 62 %
  • Teknik 65 %
  • Müzik 43 %
  • Senaryo 50 %
Exit mobile version